28 Aralık 2015 Pazartesi

       
 EL-HABİR Allah'ın 99 isimlerinden(Esma-i Hüsna) dır. Yayınlanma aşamasında olan aynı adlı kitabımdan alındı. Yakında yaşanacak olan yeni yıl kutlamalarına ithafımdır.

         EL-HABÎR+
 (Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)
               
Çağ karanlık, kuvvetli zalim, zayıf perişandı.
Ağaçtan ve taştan yaptıkları ilahlarıysa,
Konuşamaz, hareketsiz ve de aciz putlardı.

Bütün işlerini gördürdükleri köleleri,
Pazarlardan mezatla alınır ve satılırdı.
Kadınlarsa bir mal, meta gibi kullanılırdı.

Kararmış kalblerde evlat sevgisi de başkaydı.
Şimdi kürtajla yok ediyorlar ya çocukları,
O zaman da diri diri kuma gömüyorlardı.

Günün her vaktinde sarhoş görürdün insanları.
Evlerinin en mutena yerinde saklarlardı,
Çeşitli küpler, testiler dolusu şarapları.

Çıplaklık öyle bir hayat biçimi olmuştu ki,
Bırakın meydanda olan belleri, göbekleri,
Anadan üryan olurdu Beytullah Tavafları.

Fakir ve güçsüzlerin sefalet kaderleriydi.
Ama yüklü develer üzerine oynarlardı,
Adına  şans oyunu dedikleri kumarları.

Dara düşünce büyük paniğe kapılırlardı.
Dilsiz olan putları tabi konuşamayınca,
Kâhinlerden alırlardı gâipten haberleri.

Kitabî olanlar bazı şeyleri bilseler de,
Kendi elleriyle değiştirerek yazarlardı,
Allah’ın göndermiş olduğu kutsal kitapları.

Evet, yakında bir kurtarıcı bekliyorlardı,
Ama mutlaka kendi soylarından olmalıydı,
Kabul edebilmeleri için Peygamberleri.

Bir haber geldi Allah’ın Elçisine bir haber.
Her şeyin içyüzünü hakkıyla bilen HABÎR den.
Bir haber geldi efendimize çok ötelerden.
Postacısı O Cebrail Aleyhisselam olan.

Aradan asırlar geçti, tam bin dört yüz küsur yıl.
İnsanların hayatında farklılıklar olmadı.
Mürteci olmak şayet bir yaşama biçimiyse,
İşte ortadadır her şey, bunda şüphem kalmadı.


23 Aralık 2015 Çarşamba

 EY MEDİNE

Vuslatın billur bir kaynak,
Gönül o kaynaktan içmekle kanmayacak.
Ne kadar isyanda olsa da insanlık,
Umutsuzluk bu kalbi sarmayacak.
Ey Medine!
Koynunda sakladığın can yoluna
Bin kez canımı kurban etmeden
Bu gönül uslanmayacak.

Yılların bitmeyen heyecanı misali
Kanımda dolaşan amansız sevda,
İçimde aşkların en güzeline
Biliyorum vuslatsız derman olmayacak.
Sensiz yaşamak yitirecek manasını,
İkliminde açmayan güllere
Bülbüller konmayacak.
Ey Medine!
Koynunda sakladığın can yoluna
Bin kez canımı kurban etmeden
Bu gönül uslanmayacak.

 Osman Kahveci  1998

Bu duygularla Mevlid Kandilinizi tebrik ederim



16 Aralık 2015 Çarşamba

GÜLYÜZLÜ

Kurak yaz günlerinde toprak
Nasıl yağmura muhtaçsa,
Bülbül güle müştak.
Bende senin vuslatına öyle
Muhtacım Ya Resûlallah.

Sabahı bekleyen hastalar gibi,
Bitmeyen bir umutla
Bakarım MEDİNE yollarına.
Şiirde söz tükense,
Makama saz olurum.
Sazlıktan koparılan neyde nefes alır,
Dost aşkıyla yanıp, harabolurum.
Dağlar aşıp, çöller geçen,
Kutlu ayaklara turab olurum.
Ah gül yüzlüm!
Gülleri teninden sönük bulurum.


12 Aralık 2015 Cumartesi

     

NAMAZA DAVET

Akşam geç yatıp da uyanamayan,
Hiçbir haksızlığa dayanamayan,
O’ na söz vermiştim uyan ha uyan,
Tevekkel olup da sen Hakka dayan.

Hak nizam koymuştur yaşanmak için.
Yaşanan nizamla bezenmek için.
Rabbin düzeninde eksik bulunmaz.
Bunca savsaklamak neden ve niçin?

Seherin vaktinde huzur bulasın.
Kurtulup kederden daim gülesin.
Ellerini Yaradan a açarak,
Mutluluğa, saadete eresin.

Günde beştir kulun Rab’le  kelamı.
Nefsi için niyazları meramı.
O Rahmandır verir herkese hemen,
Rahmi için kov çevrenden haramı.

Boyun büküp duruşuna hayranım.
Hak yoluna girişine kurbanım.
O mübarek dudaklardan dökülen,
Affet Rabbim sözü kulun felahı.


                 



Tevbe yarabbi, hata yoluna gittiklerime, yapıp ettiklerime, yapmayıp ettiklerime.

8 Aralık 2015 Salı

                   TAŞLAMANIN HİKAYESİ.

Kendiside şâir olan Hacı Ahmet Ağa, yı tanımadığı bir ozan ziyaret eder. Hacı Ahmet Ağa evde yoktur. Gerekli ilgi gösterilmediği gibi misafir ve oda sahibi olan Hacı Ahmet Ağa’ nın evine insanlar gelmeye başlarlar. Her gelene misafirin üst tarafından yer gösterilir. Misafir ozan,  her yeni gelenle bir aşağıya kayarak kapıya yaklaşır. Bu arada avcı olan bir Ağa’da av köpeği ile birlikte  gelir. Tabii ona da baş köşede  yer gösterilir. Misafir ozan av köpeği tazıya hitaben
“ Tazı ağa sen de şöyle buyur,” diyerek  kendisinin üst  kısmını işaret eder.
            Sonunda ev sahibi Hacı Ahmet Ağa ilk defa odaya girer, bakar ki bir misafir var diğerleri hep tanıdık kişiler.
“Misafirin karnı doyurulup  atına yem verildi mi? Rahatı temin edilip  gereken ilgi gösterildi mi?”
diyerek adamlarına sorular sormaya başlar.   
Misafir Ozan'da irticalen, gereken ilgilinin gösterilmediğini şiirle anlatır.
Bu olayı babamdan şiiri ile birlikte dinlemiştim. Fakat o uluların kıymet ve değerlerini sağlıklarında takdir edemediğimiz için o zaman bu şiiri yazamamıştım ama yine de aşağıdaki iki mısra hatırımda kalmış.
........................................................................................................
........................................................................................................
Her birisi beşer fincan kahviçti,
Birin bana vermediler efendim.

Anlatılan  olaydan ve bu iki mısradan esinlenerek aşağıdaki taşlamayı yazdım. Elbette ki orijinali gibi olamaz, ama bu olayı  yaşatmak istedim. Çünkü bu olay bir kültürdür, bir derstir , bir öğüttür.   17.07.2002


               TAŞLAMA

Sora sora geldim ben bu haneye,
Selamımı almadılar efendim.
Sanki sinek girmiş idi içeri,
Hatırımı sormadılar efendim.

Ben yerim verdikçe onlar oturdu.
Türlü türlü meyveleri götürdü.
Tazı üste beni alta getirdi.
Eşik bana yastık oldu efendim.

Kendileri dev de başkası hiçti,
Bu garibi görmediler efendim.
“Her birisi beşer fincan kahviçti
Birin bana vermediler efendim,”

Biliyorum ünün almış dört yanı.
Sözüm sana değil  gel beni tanı.
Uzak ol bunlardan şeref bul emi.
Gurur yıkar, dert bitirir efendim.


Bahar geçti, ömür geçti, yaş geçti.
Saç tükendi  aklar sakala düştü.
Anlamadım acep ne garip işti,
Hatır gönül sormadılar efendim.

Doğan uçar, tazı koşar durmadan.
Karanbola  sıkar  hedef görmeden.
Sağına soluna selam vermeden,
Söylenen söz dinlenir mi efendim?


Sabahın rüzgarı, seherin yeli,
Kırların çiçeği, bahçenin gülü,
Yayların hası Meryemçil Beli,
Gönül ordan aşmak ister efendim.

Ağam gücenmezsen bende gideyim.
Halden anlayanla kelam edeyim.
Gönül sohbet ister, kahve nideyim.
Hep sözleri yalan, dolan efendim.

                     2002 Andırın- Geben









5 Aralık 2015 Cumartesi

TÖVBE

Karanlık geceden  dolu dizgin ben
Çıkabilsem sabah  aydınlığına.
İslâm’ın nuruyla nurlansa cismim,
Enine,  boyuna, derinliğine.

Nokta  nokta tüm hücreme işlese,
Ötelerden  esen Hakkın nefesi.
Aşkın pınarında yıkanıp, yunsa,
Ömrü  hayatımın kiri ve pası.

 Tövbe edip günahıma derinden,
Hakk’a kopmaz ipi ile bağlansam.
Kördüğüm olsa da onun ilmeği,
En sonuna bir düğüm de ben çalsam.

Haber   salsam şarka, garba, şimale.
Gelin desem kurtuluşa felaha.
İnsanın mayası bozuk değildir.

Dur diyelim aldatıcı günaha.

20 Ekim 2015 Salı

HAZIR MISIN NEFSİM

Dağlar ufalanıp savrulduğunda,
Ölüler mezardan doğrulduğunda,
Her insan ismiyle çağrıldığında,
Ne yaparsın  nefsim  hazır değilsen?

O gün sağlam gözler kamaştığında,
Ay’la güneş hemen birleştiğinde,
Yüklü kadın yükten vazgeçtiğinde,
Ne yaparsın  nefsim  hazır değilsen?

Kemikler derlenip toplandığında,
Her canlı bir yere saklandığında,
İstiğfar kapısı kapandığında,
Ne yaparsın  nefsim  hazır değilsen?

Kişi yaptığına pişman olunca,
Dünyada sayılı günün dolunca,
Kabirde melekler hesap sorunca,
Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?

Güneş katlanarak dürüldüğünde,
Yıldızlar kararıp döküldüğünde,
Dağlar yerlerinden söküldüğünde,
Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?
  
Ruhlar bedenlerden ayrıldığında,
Ayrıntılı hesap görüldüğünde,
Rahimde bebeğe sorulduğunda,
 Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?

Sûra ikinci kez üflendiğinde,
Başa gelecekler beklendiğinde,
Vahşi hayvanlar da toplandığında,
Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?

Denizler kabarıp, kaynadığında,
Sağ gömülen bebek ağladığında,
Pişmanlıklar yürek dağladığında,
Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?

Her fiil meydana saçıldığında,
Amel defterleri açıldığında,
Candan ve cânândan geçildiğinde,
Ne yaparsın nefsim hazır değilsen?

Gökyüzü sıyrılıp alındığında,
Bedenler ateşte kavrulduğunda,
Her şeyin hesabı sorulduğunda,
Ne yaparsın nefsim  hazır değilsen?

Cehennem ateşi tutuştuğunda,
Cennet has kullarla buluştuğunda, 
Kişi ameliyle yüzleştiğinde,       
Ne yaparsın nesim hazır değilsen?

Hayır hayır! Sığınacak yer yoktur.
Burda herkes kendisine şahittir.
Hayat boyu yapıp ettiklerinle,
Şimdi hesap verilecek vakittir.

Kayıp giden yıldızlara and olsun,
Işık saçan nurlu aya and olsun,
Gün batınca karanlığa and olsun,
Ve ağaran sabaha  and olsun ki!
 Bu Hak emridir,  herkes böyle bilsin.
 __________o____________

ESİNLENİLEN SÛRE VE AYETLER:
Tekvîr Suresi, Ayetler: 1 den 29 a kadar
                      ve
Kıyamet Suresi, Ayetler: 3,7,8,9,10,11
----------------------------------------------
İSTİĞFAR: Af dilemek- Cenab-ı Hak’tan kusurlarının
               affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını
                dilemek.








1 Ekim 2015 Perşembe

     Okullar açıldı, problemler de başladı. İşte daha ilk gün yaşadığımız sıkıntı      


 BURSA -OVAKÇA ÖZEL KÜLTÜR OKULLARI PATRON-MÜDÜR VE İDARECİLERİNE

Torunun Osman Eren Kahveci seçmeli derslerden Kuran-ı Kerim  ve Peygamberimizin hayatı ( Siyer ) derslerini seçmişti, ancak siz onu Peygamberimizin Hayatı yerine başka bir seçmeli derse yönlendirmişsiniz. Şimdi size bu neden böyle oldu diye sorsam, vereceğiniz cevap büyük bir ihtimalle
“Efendim  bu dersi seçen öğrenci sayısı azdır, bu kadar öğrenciye bir sınıf açamayız” olacaktır.
Tamam bu dediğiniz doğru da kardeşim neden SİYER dersinden daha önemsiz dersleri seçen öğrencileri buraya, Peygamberimizin Hayatı Dersine yönlendirmediniz de, kötüyü yani daha az faydalıyı iyiye tercih ettiniz? Akıl, iyiyi seçmek, hatta iyiler içerisinden en iyiyi seçmek için var olan bir organımız değil midir?
 Dağda milletimizle savaşan, asker, polis, kadın, çocuk demeden kalleşçe öldüren, yolları kazan, cana, mala zarar veren vatan hainlerinin İslami duygu ve bilgileri olsaydı, yani “Suçsuz bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir.” Yahut “ Bütün canlılara merhamet ediniz” Ayet ve Hadis-i Şeriflerini (Allah ve Peygamber) söz ve emirlerini  bilselerdi bu hainliği yaparlar mıydı? Diyelim ki öğrenci velileriniz bilmedikleri veya fazla dikkat etmedikleri için bunu atladılar; peki siz nesiniz? Sizler öğretmen yani (muallim) öğreten değil misiniz? Neden onları uyarmadınız?
Ben bir site biliyorum, hep zenginlerin oturduğu. O sitenin çocukları kapıcılarının çocuklarını oyunlarına almıyorlar, kapıcının çocukları ile oynamıyorlardı. Kapıcı çocukları onlara mahzun mahzun uzaktan bakıyor ve arada bir de “ bizi da oyuna dâhil edin de oyunda biz sizin kapıcınız olalım” diyorlardı. Evet sayın hocalarım Nasıl buldunuz bu durumu? Eminim ki içiniz burkulmuştur. Bu kapıcı çocukları ve benzerlerinin iç âleminde açılan yarayı zaman kapatabilir mi dersiniz? Hiç  zannetmiyorum. Bu yara kapanmayacağına göre toplum barışı nasıl temin ve tesis edilecek söyler misiniz? İnsanların kalbine hak- adalet- insanlık duygusu- acıma duygusu ve merhamet din ve inanç dışında başka ne ile nasıl yerleştirilir ben bilemiyorum. İşte dağdakilerin ve suç işleyenlerin yoksun oldukları duygu ve bilgi budur, bunlardır. Hemen “ Dindarlar arsında suç işleyenler yok mudur?” deyişinizi duyar gibiyim. Evet ver ama oranlarsanız yok denecek kadar azdır.
Bakınız! Hicretten önce Medine’de iki büyük kabile vardı EVS ve HAZREÇ kabileleri. Bunlar birbirleriyle sürekli mücadele eder, yılda birçok defa da savaşırlardı ve iki taraftan da çok insan ölürdü. Peygamberimiz (sav) Medine’yi şereflendirdikten sonra kardeş oldular ve eski kötü hallerine şaşırdılar. Bu güzelliği ve daha bunun gibi yüzlercesini Peygamberimiz (sav) nasıl yaptı, bu güzelliklerin öğrencileriniz tarafından bilinip, öğrenilmesinde ne gibi bir mahzur gördünüz de SİYER dersini seçmeli olmaktan çıkardınız?
Sahi, öğretmenlerin öğleden sonra yani saat 12 den 1 den sonra sınıfta selamlama sözü olarak söyledikleri TÜNAYDIN ne demek hiç düşündünüz veya bir lügata baktınız mı? ( lügata diyorun okul sözlüğüne değil.) Ben söyleyeyim. TÜN= Gece, TÜNAYDIN= İyi geceler demektir. Değerli hocalarım, öğretmenlerim şunu demeye çalışıyorum. Bizlere laik düzen ve sistem içerisinde bugüne kadar öğretilenlerin birçoğu doğru değil, araştırmak, sorgulamak lazım.
ÇANAKKALE SAVAŞINI, işin içerisine inancı, din kavramını katmadan anlayamazsınız. Yer yer cepheler arasında 5 m bile mesafe yok, önden gidenler mitralyözlerle taranıyor, arkadaki gözünü kırpmadan saldırıyor. Bunu materyalist bir kafanın anlamsı zordur.
 Bir vadide geceleyen bir birliği komutan ziyaret ediyor, bakıyor ki çalıların üzerleri bembeyaz, hep çamaşır serilmiş. O birliğin komutanı, gelen daha üst rütbeli komutana izah ediyor. “ Efendim bu askerler yarınki taarruzda şehit olacaklarını bildikleri için Cenab-ı Hakkın huzuruna kirli çamaşırlarla varmak istamediklerinden çamaşırlarını yıkadılar ve kurutuyorlar.” Malum şehitler yıkanmaz ve kefenlenmeden o kanlı elbiseleri ile gömülürler."
Değerli hocalarım! Mehmet Âkif Ersoy’un “ Bedrin aslanları ancak bu kadar şalı idi.” Dediği bu mübarek dedelerimiz Allah Allah diye düşmana hücum ediyorlardı. Siz genç dimağlara şekil veren bir kurumsunuz bu ve benzeri konularda daha özenli olmanızı beklememiz  sanıyorum fazla bir istek değildir. Hiç unutmamalıdır ki 50-80-100 yıl daha yaşasak o da bir gün gelecektir yani “her gelecek yakındır”
Her birinize sevgi ve saygılarımı sunarken, okulunuzda vuku bulan Peygamberimizin hayatı yani Siyer dersi ile ilgili eksikliğin giderileceğini umarım.

Osman Kahveci Emekli Türkçe Öğretmeni  0536 416 32 32


8 Eylül 2015 Salı

  DUA

Seni düşünürüm her akşam,
Batan güne, doğan mehtaba karşı.
Uzayın derinliğinde,
Sabahın serinliğinde seni ararım.
Başakların oluşunda,
Mutluların gülüşünde seni görür,
Çiçeklerin açışında,
Kuşların her uçuşunda
Rabbim seni sorarım!..
Seni  ey tek, yegane tek, evet tek, bir tek.
Seni ey merhametlilerin merhametlisi olan Hak.
Ne olur, sana açılan ellerimizi boş çevirme.
Ve sana yönelen utangaç yüzlerimize
Merhamet nazarınla bak.
Biliyorum en büyük saadet seni sevmek.
Hataların en büyüğünü,
Günahların en affedilmezi sana isyan.
Bir mücahit gibi yoluna baş koymak,
Aaah, ne büyük erdemdir emrine uymak.

Ne olur umutlarımızı alma Rabbim.
Bırakma bizi çaresiz.
Sonra şu her zerresi seninle dolu  dünyada biz,

Sensiz neyleriz ???

21 Ağustos 2015 Cuma

BABALARIN EVLATLARDAN İSTEĞİ BU OLABİLİR

Emin ol ki hak yol Kuran yoludur
Sakın oğul hayatta başka yol tutma.
Gün hak çizgide gayret etme günüdür
Rabbine dua et de aykırı gitme.

Dünyada mevkiin her ne olsa da,
Allah'a kulluğunu sakın unutma.
Günde beş kez vecd ile secdeye git de,
Lütfen duanda bu acizi unutma.

19 Ağustos 2015 Çarşamba



Bir zamanlar uydurukcacılık o kadar ileri seviyedeydi ki her gün yeni bir uyduruk kelime milli hassasiyeti olan insanlar şamar gibi gelirdi.

Üstat Necip Fazıl da bu durumdan tabi ki bizar olduğu için bakın nasıl tepki göstermiş.

Ruhsal, parasal, boyut, yaşam, eğilim.
Ya bunlar Türk değil, ya ben Türk değilim.
Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim.
Allah Tüek'e acısın, yalnız bunu dilerim.

4 Ağustos 2015 Salı

         RABBİM ACI BİZE

Tüm ihtiyacımızı verdiğin dünyamızda,
Sonsun şükran-ı nimet olmamız gerekirken,
Gafletle geçti ömür işte her şey ortada.
Rabbim acı bizim şu perişan halimize.

Daha dün kara toprak kupkuruyken yeşerdi.
Menekşe boyun büküp, zikrini sundu sana.
Gülzara bülbül kondu, feryat, figan eyledi,
Biz farkına varmadık ne olur acı bize.

Gökyüzünde bulutlar yan yana sıralandı.
Yağmurlar yere indi, işte dünya canlandı.
Ağaçlar çiçek açtı, arılar beste yaptı.
Biz bundan ders almadık, ne olur acı bize.

Bir gün dağlar düzlenip, toz olup savrulacak.
Direksiz gök katlanıp, toplanıp dürülecek.
Bütün yaptıklarımız konacak önümüze.
O gün hiç gelmez sandık, ne olur acı bize.

ESİNLENİLEN SURE VE AYETLER:
Enbiya suresi Ayet:104



3 Ağustos 2015 Pazartesi

Onbeş günü Ramazan içerisinde geçen otuz günlük umre ziyaretlerimizden sonra elhsmdülillah ülkemiz, evlerimize döndük. Birtakım resimler de çektim, inşallah onları da sizlerle paylaşacağım. onbinlerce insan misafir edilebilir mi? İlk anda imkansız gibi görünüyor ama Mekkeliler özellikle de Medineliler bu işi başardılar. İftara bir saat kala BEYTULLAH'ın ve MESCİDİ NEBİ'nin içerisin ve dış kısmına up uzun , geniş muşambalar yayılıyor, insanlar iki taraflı oturuyorlar. Bunu yapan devlet değil insanlar, "lütfen benim soframa buyurun" diye rica ediyorlar. Allah onlardan ve sizlerden de razı olsun...Sevgili arkadaşım Ahmet Temelle iftar öncesi bir yere gitmemiz gerekiyordu, esmer renkli yakışıklı 35-40 yaşlarında bir Müslüman trafik polislerinin yaptığı gibi sol elini göğsüne koymuş, sağ eli ile sofrasını gösteriyor ve lutfen diyor. Duygulandım tokalaşıp sarıldım adama "dönüşte inşallah" dedim...

25 Haziran 2015 Perşembe

               
                                                   YİNE İBRAHİM KAYIRAN
İlkokul yıllarımda ders kitapları dışında ilk okuduğum kitap KARACAOĞLAN şiir kitabıdır. Karacaoğlan Kahramanmaraş- Adana civarlarında yaşamıştır. Maraş’ın Andırın ilçesine bağlı Geben ve Çokak köylerinde KARACAOĞLAN ın KARA SEVDASI diye bir film de çevrilmişti. İBRAHİM KAYIRAK “Gönül Bahçemden” adlı şiir kitabında günümüzü Karacaoğlan’a bakın nasıl şikâyet ediyor.
KARACAOĞLAN’A ŞİKÂYET

Gel gör bizi ne haldedir ellerin?                                                                                                                 Duman duman sarp kayalı bellerin.                                                                                           Mor 
Mor sümbüllü ince uzun yolların yolların                                                                                                 Asvalt oldu gezemezsin Karacam.

Katar katar tülü maya göçen yok                                                                                                               Pınar mahzun, çağlayan yok içen yok.          
 Lâle Sümbül hep kurumuş açan yok.                                                                                                        Koklasan da doyamazsın Karacam. 
    
Sakın bakma tazelenir dertlerin
Yamaçlarda kükremiyor kurtların.                                                                                                            Toroslar’da, Binboğa’ yurtları
 Arasan da bulamazsın Karacam.

Gamze yanak, kalın kaşlar nerede
 Mor belikler salınmıyor geride.                                                                                                                   Şalvar hiç yok, etek kalmış yarıda
 Şimdi bizi tanımazsın Karacam.

Kara  kaşı hiç koymazlar,yolarlar.
 Çifte beni boyalarla silerler.                                                                                                                       Söylesen de dinlemezler, gülerler.                                                                                                           Bu dillerden anlamazsın Karacam.

Sürme değil elâ göze çekilen.                                                                                                                  Kına değil ak ellere yakılan.                                                                                                                       Püskül değil saç bağına takılan.                                                                                                                 Artık bizi sevemezsin Karacam.

Güzellerin pınarlarda durmuyor.                                                                                                                 Dertlilere su doldurup vermiyor.                                                                                                                Âşıkların hatırını sormuyor.           
Gayrı burda duramazsın Karacam.

NOT: Şimdiki gibi çeşmeler evlere girmediği için pınardan su dolduran kızlardan Karacaoğla su ister, onlar da Karacaoğlan ın esmar oluşu ile alay ederler. Ama Halk ve Hak âşığı Karacaoğlan bu hemen sazını alır eline ve

Bana kara diyen dilber                                                                                                                             Kaşların kara değil mi?    
Yüzünü saklayan güzel
 Gözlerin kara değil mi?

Beni kara diye yerme yerme. 
 Mevlâm yaratmış hor görme                                                                                                                   Ala göze siyah sürme     
 Çekilir kara değil mi? ………………….  Böyle devam eder.
Sanıyorum şairimiz son dörtlükte bunu kastetmiştir.                                                                                                                                            
                                

                                                                                                                    
                             

20 Haziran 2015 Cumartesi

 ŞAPKA
Mehmet Âkif Ersoy'dan bir Kuran Meali yazması istenir, M. Âkif o sıralar Mısıra gider ve meali  orada hazırlar ancak ısrarla istemelerin rağmen vermez, çünkü ülkemizde Kuran öğrenimi yasaklanmakla kalınmamış namazda da Kuran Türkçe olarak okunarak namaz kıldırma felaketi başlamıştır. M. Âkif şöyle düşünür: Demek ki benim mealime dayanarak bu yanlışlık yapılacak ve ben burada kullanılmış olacağım. O günlerde hastadır ve Türkiye'ye gelmek için son hazırlığını yapar ve Mısırdan ayrılırken arkadaşın der ki " Ben gelemezsem bu mealimi yak, gelirsem ben gerekeni yaparım" Vapura binerken bir Haham (Yahudi din adamı) ona bir şapka uzatır, Demirel'in şapkası gibi fötr şapka; malum onlar de aynı şapkayı giymektedirler. M. Âkif şapkayı almayı reddeder ama Haham " yahu al bu Türkiye'de sana lazım olacak." der. Gerçekten İstanbul'da Vapurdan karaya çıktığında görevli şapka der, şapkasız geçemezsin. M: Âkif çantasındaki şapkayı 5-10 adım atana kadar başına koyar görevliyi geçince çıkarıp atar. Demirel'in tabutuna da konan şapkayı M. Âkif işte öyle karşılar.

12 Haziran 2015 Cuma

                                     BİR SEÇİM BÖYLE GEÇTİ

            Dünyada az bulunan ve bakir yer altı ve yer üstü zenginliklerine, genç bir nüfusa sahip, kalkınmayı çoktan hak etmiş fakat bir türlü istenilen oranda kalkınamamış ülkemizde yapılan bir seçim konuşmalarında ülkemizin nasıl kalkındırılacağı, istihdamın nasıl sağlanacağı, komşularımızda sürmekte olan savaş ve huzursuzlukların bize de sıçramasının nasıl önleneceği ve duraklama dönemine girmiş olan terörün nasıl sıfırlanacağı, güçlü devletlerin oyuncağı haline gelmiş olan NATO ve BM gibi uluslararası kuruluşların karşısında, Müslümanların bir araya gelmelerinin nasıl sağlanacağı, uluslararası en büyük tefeci ve bir Yahudi kuruluşu olan IMF den kurtulmuşken nasıl bir daha onların kucaklarına düşülmeyeceği, bu gün iyice küçülmüş olan dünyanın her tarafına yayılmış bulunan vatandaşlarımızın haklarının nasıl korunacağı, çocuklarımızın ve gençlerimizin en çok muhtaç oldukları milli şuurun onlara nasıl verileceği, toplumumuzun nasıl bir sevgi toplumu haline getirileceği konusu inandırıcı ve ikna edici plan, proje, tasarı ve programlarla  milletimize anlatılması gerekirken, liderlerimizin boş sözler ve kuru vaatlerle geçirdikleri bir seçim daha geride kaldı. Bu seçimlerde de iyi bir duruş, güzel bir propaganda dönemi sergileyemeyen partiler ve parti genel başkanları bakalım şu ana kadar olan oldu, kalan geride kaldı diyerek birbirleriyle kucaklaşabilecekler ve bütün güçleri ile memleketimizin kalkındırılması için bir seferberlik içerisine girebilecekler mi, göreceğiz.

Evet, iki aydan beri partileri, özellikle parti genel başkanlarını dinledik, yandaşları ile birlikte ortaya koydukları çalışmalara şahit olduk. Özellikle barajı aşarak meclise girme umudu olan parti sözcülerini dinlerken doğrusu ben üzüldüm, ürktüm, umutsuzluğa kapıldım. Adamlar konuşmuyor, sanki birbirlerine savaş ilan ediyorlardı. Oysa “ Latife latif gerek” dendiği gibi söz de tatlı, yumuşak gerek. İfadeler aşırı olmamalı, aksine her türlü aşırılıklardan uzak, orta yol üzere olmalıdır. Partilerde bu durumu göremedik. Ayrıca özellikle bazı liderler yerli yersiz gırtlaklarını patlatırcasına bağırıyorlardı. Eve konuşmada da şiirde olduğu gibi vurgu gereklidir ama vurgu da yerinde olmalıdır. “Oylarınıza talibiz yahut tek başımıza iktidar olacağız” derken bağırmaya gerek var mı?

Her parti hemen hemen bütün illerde mitingler düzenlediler veya o gayret içerisinde oldular. Seçim masraflı bir iş olduğu gibi mitingler de öyle. Siz zannediyor musunuz ki mitinglere gelen kalabalıklar sadece o çevrenin insanıdır. Geçmişte “Sıralar üzerinde namaz kılan öğrenci değil, bale yapan öğrenci görmek isterim diyecek kadar aslından uzak siyasilerin düzenledikleri taşımalı mitingler gibi bu sefer de parti mitinglerine her taraftan insanlar getirildi ve elbette bu bir masraf işidir. Şehirlerin her tarafına asılan bayraklar, afişler, ilanlar, resimler, başlı başına bir külfettir. Çevrenin kirlenmesi, gürültü kirliliği, zaten yetersiz olan yollarımızdaki trafik karmaşası, Cuma saatinde sonuna kadar açılan müzik yayını ile insanların rahatsız edilmeleri bu işte bir yanlışlığın ve abartının olduğunu gösterdiği açıktır.

Eskiden seçimlerde sınırsız vaatler yapılırdı. Bazıları iki anahtar vaat ederdi. Eline iki anahtar alır, halka göstererek, iktidara geldikleri takdirde bir ev, bir de araba vereceklerini söylerlerdi. Hele Sayın Demirel’in hızını alamayıp, seçim arabasından yarı beline kadar sarkarak “ kim ne vaat ediyorsa beş misli” demesini hiç unutamıyoruz. Tabi bu halkı kandırmaktır, halkla alay etmektir.

Siyaset cephesinde yeni bir şey yok dedirtircesine bu seçimlerde de özellikle muhalefet partilerinin liderleri vaatte sınır tanımadılar. Mazotun bir buçuk liraya indirileceğinden tutun da her işsiz insana, her ev kadınına maaş verilmesine, herkese iş bulacaklarına varana kadar sınırsız vaatleri yine sıralandılar. Tabi bu vaatlerin milli kalkınmamızla alakası yoktur.
Bütün  bu boş vaatler yerine, maddi ve manevi kalkınmanın nasıl sağlanacağını, işsizliğin ve anarşinin nasıl önleneceğini, canlı bir piyasanın, mutlu ve yaşanabilir bir Türkiye’nin nasıl kurulacağını, toplum barışının nasıl tesis edileceğini, gençlerimizin ruh ve beden sağlıkları korunarak nasıl inanç ve imani yönlerinin korunacağını duymaya ne kadar da çok ihtiyacımız vardı.
Kurulacak olan yeni hükümete hayırlı işlerinde başarılar dilerim.

            

3 Haziran 2015 Çarşamba

                 
                     MİLLETİN İNANCINA TERS DÜŞEN KAYBEDER      
         
 Bazı dönemlerde özellikle darbecilerin demir yumruğu halkın başında gezdiği günlerde halkı ve esnafı bayram yerlerine çekebilmek için iş yerlerinin açılmasını yasaklarlardı. Böylece halk alışveriş yapamasın, esnaf iş yerini açamasın ve onları dinlemek için bayram yerlerine gelsinler diye; buna rağmen bayram yerleri kalabalık olmazdı. Neden böyle olurdu? Çünkü dayatma var, hukuksuzluk var, zorlama ve zorbalık var,  tehdit vardı da ondan. Sen tut herkesin sevgisi haline gelmiş, milletten %53,89 oy almış ve 408 milletvekili çıkarmış bir başbakanı ve arkadaşlarını uyduruk iddialara dayanarak as, milletin bütün değerlerine ters bir uygulama ortaya koy, ondan sonra da halktan ilgi bekle, olmaz, olamaz, mümkün değil.  Yalnız 1960 darbecileri değil bütün darbe ve muhtıracılar için durum aynıdır. Çünkü milletimiz kendini akıllı zannedenlerin tersine öyle feraset sahibidir ki “ terkideki fermanı okur”  derler ya işte öyle ince bir anlayışa sahiptir. Halkın içerisine girin bunu hemen görecek, fark edeceksiniz.
CHP neden iktidar olamıyor? Çünkü  geçmişi yanlışlarla dolu. Yahu akıllı bir insan aynı hatayı iki kere yapar mı? Allah Resulü (sav) “ Müslüman parmağını aynı delikten iki kere ısırtmaz” buyuruyor. Geçmişte Kuran öğrenimini yasaklamış, Ezanı değiştirmiş, camileri kapatmış veya depo yapmış, bunu sonucu olarak halktan gerekli cevabı almış; bu yetmezmiş gibi şimdi de üstelik büyük ve çok önemli bir seçim arifesinde İmam Hatip Liselerini kapatmaktan-Diyaneti yok etmekten- okullardan din derslerini kaldırmaktan söz ediyor, bu olacak şey mi?
 1944 te Ruslardan kaçan 146 Azeri Türk’ü Türkiye’ye sığınmış ve CHP li hükümet yetkililerine yalvarmışlar “ bizi geri göndermeyin, onlar bizi anında öldürürler hiç olmazsa siz öldürün” diye, dinletememişler. Sonuç: Daha sınırı gelmeden, köprü üzerinde tamamını Ruslar katletmişlerdi. Şimdi de Sayın Kılıçtaroğlu Suriyeli sığınmacıları geri göndermekten söz ediyor. Geçmişte Hama- Humusu yerle bir eden katil babanın oğlu Zalim Esat o zavallıları öldürsün diye. Bu yazıyı okuyan bir CHP’li bana kızacağına söylenenlerin doğru mu yanlış mı olduğuna bakmalı ve yöneticilerini bir şekilde uyarmalıdır.
Malum, Milli Bayramlarımız dışında iki tane de Dini Bayramlarımız vardır, Ramazan Bayramı (şeker bayramı değil) ve Kurban Bayramı. Bu bayramlarda yapılan ve olanlara bir baktığımızda ne görüyoruz? Bir kere günler öncesinden hummalı bir bayram hazırlığı başlıyor. Evlerin  boya, badanalarından tutunda halıların, kanepe ve koltukları silinip temizlenmesi, gerekiyorsa yenilenmesi, camların silinip, perdelerin yıkanması, ev halkının tamamının kılık kıyafetlerinin ayarlanması, hatta herkese bir çorap veya mendil bile olsa yeni bir şeyler alınması, bayram günü misafirlere ikram edilecek şeylerin hazırlığı, büyüklerin ve hatta çocukların tıraşlarına varana kadar her şey düşünülür ve yapılır.  Bayramdan bir gün önce ev halkı duş ve banyolarını yapar ve bayram süresince de büyüklerin, eş, dost, hısım, akraba ve arkadaşların ziyaretleri başlar, insanlar birbirleri ile kucaklaşır, tebrikleşir herkeste bir mutluluk ve sevinç vardır. Bayram sabahı bayram namazı için yollara düşenlere baktığımızda evlerde kimse kalmamıştır diye düşünmekten kendinizi alamazsınız. Bütün bu yapılanlar ve olanlar sebebi ile alışverişler artar piyasa canlanır, esnafın yüzü güler. Bir yerde zorlandığı halde bayram yerine getirilemeyen insanlar, öbür yanda yediden yetmişe halkın tamamının katıldığı bir bayram havası. Bu neden böyle oluyor? Çünkü dini bayramlar insanların inançları ile ilgili de onun için. Şimdi soruyorum size, akıllı bir insan özellikle de siyasetçi milletin yüzde yüzüne yakınını ilgilendiren, olmazsa olmazı olan bir konuya, milletin inancına ters düşer mi?
CHP ve HDP milletin din ve inancına aykırı bir siyaset yapmaktan vazgeçmeli, çünkü kuvvetli bir iktidar kadar kuvvetli muhalefete de ülkemizin ihtiyacı vardır.
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.


24 Mayıs 2015 Pazar

  Bu haftada çıkan Gazete köşe yazımdır.                       

 YUMRUKLARINIZI AÇIN  ELİNİZİ SIKACAĞIM

İmam-ı Gazali: Ey oğul! Âhirette selameti istersen kimseyi incitme. Bir çocuk görünce “bu günah işlememiş masumdur, ben günahkârım, bu benden üstündür de. Kendinden yaşlı birini gördüğün zaman da “ bu benden çok ibadet etmiştir, benden üstündür” de.
“ Cana dokunan bir sözün olsun da” dedi meczup, “ var yine de kimseye söyleme.”
İşte büyüklerimiz böyleydi. Onlar kendi dışındaki insanlara böyle bakar, böyle görürlerdi. Osmanlı devletimizin kuruluş temellerini atan, bir aşiretin cihan devleti haline gelmesinin zeminini hazırlayan Ertuğrul Gazi’nin,  Oğlu Osman Gazi’ye vasiyeti de son derecede önemlidir. Aşağıya aldığımız bu sözler Osmanlı Devletinin kuruluşunun temelindeki ruhu yansıtmaktadır. Onların din adamlarına, âlimlere bakış açısını göstermektedir.
Şöyle ki : Bak oğul!. Beni kır, Şeyh Edebali’yi kırma- O bizim boyumuzun ışığıdır-Terazisi dirhem şaşmaz-Bana karşı gel, Ona karşı gelme-Bana karşı gelirsen kırılır, incinirim-Ona karşı gelirsen sana bakmaz olurum-Sözüm Edebali için değil, senin içindir-Bu dediklerimi vasiyetim say.
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye sözleri,  Ertuğrul Gazi’nin ne kadar haklı olduğunu gösteriyor.      Şöyle ki: Ey oğul!.Artık beysin. Bundan sonra öfke bize; uysallık sana-Gücenginlik bize, gönül almak sana- Âcizli bize, yanılgı bize -Hoş görmek sana-Geçimsizlik, çatışma, uyumsuzluk, anlaşmazlık bize- Adalet sana-Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize- Bağışlamak sana…..
Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâla yardımcın olsun. Beyliğini mübarak kılsın, Hak yoluna yararlı etsin, ışığını parlatsın, uzaklara iletsin, sana yükünü taşıyacak güç versin…
Ey oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın, ama bunları nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olur aklını mağlup eder. Bunu için daima sabırlı, sebatkar, iradene sahip olasın!... …. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir…..
Bunları neden yazdım? Bilindiği gibi yine bir seçim ortamındayız. Şurada az bir zaman kaldı ama iki aydan fazla bir zamandan beri partilerin, parti sözcü ve başkanlarının birbirlerine söyledikleri yukarıda örneklerini verdiğim,  her zaman iftihar kaynağımız olan atalarımızın sözlerine hiç benzemiyor. Aman Allah’ım!... Ne hakaretler, ne sabırsız davranışlar, ne yalanlar ve hatta sözlü veya kasetlerle iftiralar, dinlerken ben utanıyorum. Yahu bunlar bir daha yüz yüze bakmayacaklar mı diye düşünüyorum.
Değerli düşünürümüz Nurettin Topçu: “ Tarih asırlar süren bir emeğin, fedakârlığın, kahramanlıkların, şehitlerin eseridir. Şehit ölmemiş fakat milli tarihe hayat katmıştır. Bizim Osman Gazimiz, Fatihlerimiz- Yavuzlarımız olmasaydı bunca yıkıcı, tahrip edici sarsıntılara dayanabilir miydik? Bir milletin kendi tarihini inkar etmesi ile, ferdin intihara karar vermesinde fark yoktur. Tarih bir milletin ruhunun kaynağıdır, bu manada bizi ölüler yaşatıyor diyebiliriz. Yalnız bir fert, bir millet sayılamayacağı gibi, mazisi olmayan millet de millet olarak kabul edilemez. Milletin mazisi ve istikbali (akan bir nehir misali) ortadan kaldırıldığı zaman, kişinin hayat kaynağı ve imanının dalları da kurutulmuş olur.

Şimdi Allah aşkına ülkemizi yönetmeye talip olan liderlerde bu sıraladığımız özellikler, anlayışlar, davranış ve hoşgörü var mıdır? Ne zaman partiler ve liderler “YUMRUKLARINIZI AÇIN  KARDEŞİM, ELİNİZİ SIKACAĞIN” diyecekler?

20 Mayıs 2015 Çarşamba

                                         Yine Anneler günü          
                                        BÜTÜN ANNELERE

            Bu yazımda bir Fransız Yazarın yıllar önce okuduğum ve çok hoşuma giden hikayesinden bir bölümü özetle aktaracağım.
           Okuma yazmayı sökmüş olan oğlu Pol’e annesi, “ Bak oğlum ben alış verişe çıkacağım, ondan sonra hasta olan teyzene uğrarım, sen kardeşinle ilgilen, bak sütünü, bezlerini, neye ihtiyacı varsa hepsini şuraya bırakıyorum, çabuk dönmeye çalışırım ama geç kalırsam sen gerekeni yap ve merak etme olur mu?” der. Ancak hasta kardeşinin bakıcısı o gün gelmediği için onun evinde de işleri yoluna koymak zorunda kalır ve bu sebeple biraz gecikir. Eve döndüğünde çocuklar uyumuştur ama masanın üzerinde Pol tarafından yazılmış  bir not vardır ve şöyle denmektedir.
-          Anneciğim! Sen yokken kardeşimin sütünü verdim……………….15 Fenik
-          Altını kirletmişti değiştirdim……………………………………….75    “
-          Onu uyuttum …………………………………… ……………….  40     “
-          Evi bekledim         ………………………………………………..  20     “
-          Mutfağı derleyip topladım………………………………………    20
-          Çiçekleri suladım…………………                                                  40     “
-          TOPLAM……………………………………………………….   210 Fenik bana borcun var
       Annesi tebessüm ederek kağıdın altına
 “Pol! Borcumu ödüyorum. Ben yokken yaptıkların için teşekkür ederim” diye yazdıktan sonra para ile birlikte yazdığı notu baş ucundaki komodinin üzerine bırakırken, başka bir kağıda da şunları yazar.
Sevgili Pol:
1-      Seni 9 ay 10 gün zahmetler içerisinde taşıdım ……………………..Bedava
2-      Dayanılmaz sancılar içerisinde dünyaya getirdim…………..                 “
3-      2 Yıl emzirdim ………………………………………………..              “
4-      3 yıla yakın altını kirlettiğin için temizledim…………………               “
5-      Hastalığında başında sabahladım……………………………….            ”
6-      Senin için her gece en az iki kere tatlı uykumdan uyanarak kalktım…   ”
7-      Bundan sonra yapacaklarım da …………………………………            ”
8-      TOPLAM BORCUN……………………………………              YOK – Sıfır.
Pol sabahleyin annesinin notunu okuyunca yaptığı hatayı anlar ve utanarak annesinin yanına gelir, ona sarılarak özür diler.
Anne her millette, her yerde, her zaman hatta insandan başka canlılarda bile fedakârlık
âbidesidir. Bu bizim milletimizde kat be kat fazlasıyla böyledir. Onların günü yılda bir gün değil 365 X (çarpı) ömür boyu olmalıdır.
      Annelere sevgi- saygılarımla aşağıdaki şiirimi sunuyorum.

                                                         ANNE VE KIZI

Hayat dolu bir çocuk.
Gözleri çakmak, çakmak.
Koşuyor, oynuyor, haykırıyor durmadan.
Ter içinde kalmışsın,
Yaramaz haline bak.

Annenin gözünde sen
Dünyalara bedelsin.
Sırıl sıklam olmuşsun,
Olur mu böyle terli?
Gel beri gel,
Bakalım çaresine.
Üşütür hasta olursun
Annen olur kederli.

Hele bir bakın şuna,
Yanaklar al  al olmuş.
Gel beri diyorum sana,
Lütfen gelir misin?
Terin sonu öksürük,
Sen bunu bilir misin?

Yedisinde ne ise, yetmişinde o derler.
Böyle yaşadı,
Geçti günler, haftalar, yıllar.
Şimdi sevdiklerinden
Mutlu bir haber bekler.
Ve sayfa  sayfa ömrünü
Koyaraktan önüne,
Okur satırlarını,
Okur, tekrar  tekrar.









14 Mayıs 2015 Perşembe



                                              HAYATTA OLAN OLMAYAN BÜTÜN
ANNELERE

Önce hamal oldun bana,
Hiç şikayetçi olmadan
Taşıdın bin zahmetle
Dokuz ay ve on gün daha.
Güzel vücudun incindi,
İstemeden eziyetim oldu sana.
Defalarca affetmiştin,
Affet ne olur, affet bir daha.

Bir karşılık beklemeden
Kanından, canından verdin.
Sen fedakârlık yaptıkça
Ben durmadan seni yordum.
Etrafa boş gözlerle bakıp
Hiçbir şeyi bilmesem de,
Şefkatin, sevgin bilirdim.

Bazen güzel yüzünü hüzün bulutları kaplardı.
Bereket yağmurları gibi
Gözünden dökülen yaşlar
Ateşimi söndürecek türlü gizemler saklardı.
Esen yellerden sakınır,
Her an tetikte beklerdin.
Durmadan şefkatli elinle alnımı,
Yanağınla yüzümü yoklardın.

                                                            Öyle tutkunduk ki ikimiz,
Gecenin bir saatinde
Tatlı uykudan uyanır,
Tebessüm ederdi yüzünüz.
Konuşmadan anlaşırdık
Şefkat doluydu sözünüz.

Ter kettin ansızın bizi,
Gözümden yaşlar süzüldü.
Dünyada yalnız bıraktın
Firkatin bana yazıldı.
Alışmak zor yokluğuna,
Şu yalnızlık dünyasında
Hasretim şimdi şefkatine,
Engin şefkatine.

Huzurunda diz çökerek,
Gül yüzüne bakayım.
Ellerini bırakıp
Cennet yolunun rehberi
Ayağını öpeyim,
Anacığım
Ayağını öpeyim.


6 Mayıs 2015 Çarşamba

   Gazete köşe yazımdır.                                                                  

                                                         YAVRU VATAN
Ortaokul ve lise öğrencisi olduğum yıllarda yani 55- 60 lı yıllarda Kıbrıs için “Ya taksim ya ölüm” sloganı dillerden düşmezdi. Sık sık nümayişler yapılır, gösteriler düzenlenirdi. Bu gösterilerde ateşli konuşmalar yapılır, halkı galeyana getirecek şiirler okunur ve ordu Kıbrıs’a sloganları atılırdı. Mitinglerde bir disiplin varsa da hitabeti güçlü, attığı nutuk etkili olabilecek bir öğrenci bile kürsüye fırlar, konuşmasını yapardı. Makaryos’un kuklaları yakılır, yanmış kuklalar çocuklar tarafından tekmelenirdi. Yani Kıbrıs davası milli bir dava olarak hep gündemi işgal ederdi. Köy kahvelerinde bile hararetli Kıbrıs konuşmaları yapılırdı. K. Maraş’tan İskenderun’a yürüyen gruplar bilirim ben. Hele Kıbrıslı Türklere yapılan işkence ve eziyetler radyo ajans haberlerinden duyuldukça bu öfke zirveye yükselirdi. Benim ilk gençlik yıllarım bu havada geçti. Bu arada şunu da memnuniyetle söylemeliyim ki TV  Birinci kanalda  yaşanmış olayları konu edinen yedi güzel adamla ben aynı lisede aynı zamanda okudum. Rahmetli Alaaddin  Özdenören bizden iki sınıf ilerideydi ama aynı Gaziantep Öğretmen Okulunda okuduk. Bu güzel insanlardan (ölenlere demiyorum çünkü kalıcı eseler bırakan, geride hayırla yad edilen insanlar ölmezler) Hakka yürüyenlere Rabbimden Rahmet diliyor, sağ olan Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve Rasim Özdenörene hayırlı, bereketli uzun ömürler diliyorum. Onların şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da verecekleri yeni güzel eserlerini okumayı sabırsızlıkla bekliyoruz.
O zamanın öğrencileri şimdikiler gibi değildi. Biz bizden ilerideki sınıflarda olan öğrencilere bile öğretmene gösterdiğimiz saygıyı gösterirdik. Maraş’ın yazlık çay bahçelerinde oturulur, Kıbrıs ve başka memleket meseleleri görüşülür konuşulurdu. Maraş’ın Kurtuluş hareketinin merkezi Maraş Ulu cami inin üst katındaki küçük odada 1960 Anayasa’sı bile aramızda incelenmiş, tartışılmıştı. Yedi Güzel Adam’ın çıkardığı dergi dışında, Konya il müftülüğü ve Bursa Ulucami de vaizlik de yapmış olan Rahmetli İsmet Karaokur’un öncülüğünde İslami konuları içeren bir dergi daha çıkarılmış ve bundan dolayı İsmet Karaokur Hocamız uzun süre yargılanmıştı.
Kıbrıs’ta bir subayımızın çocukları evlerinin küvetinde Kıbrıs Rumları tarafından hunharca öldürülmüştü de ülkemizde öfke zirveye çıkmıştı. O zamanın partileri Kıbrıs meselesini  Milli bir politika olarak hep önde tutarlardı.
Daha sonra CHP ve MSP ( Milli Selamet Partisi) koalisyon hükümetinde Sayın Bülent Ecevit Başbakan, Prof Dr. Necmeddin Erbakan başbakan yardımcısı iken 1974 te askerimiz Kıbrıs’a çıkmış, aşılamaz denen Beşparmak Dağlarını tozlu yol gibi aşmış ve Kıbrıs’a bugünkü statüyü kazandırmıştır. Şimdi Kıbrıs’ın yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı bir savaşı göze almanın, hatta yapmanın, savaşın masrafını karşılamanın  kolay olduğunu zannediyor olmalı ki “ artık Yavru Vatan olmayacağız” gibi laflar etmekle kalmıyor,  Kıbrıs Rum Lideri Anastasia’ya  “ ikimiz de Limesolluyuz, ikimiz de Kıbrıslıyız” diye çağrıda bulunuyor, böylece Türkiye ile ilişkide arasına mesafe koymaya çalışıyor,  yani ortak paydayı Milli meselemiz değil Kıbrıslı olmak, Limesollu olmak gibi  değerlendiriyor.  Oysa Anavatan olmadan bir adım atamaz, anında Kıbrıs Türklerini, AB üyesi Kıbrıs Rumlarının azınlığı olan halk durumuna düşürürler, arkasından 1974 öncesi zulüm başlar.
. Bu sebeple Evet, “Kıbrıs bizim yavru vatanımızdır ve öyle kalacaktır.”
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.                                                



28 Nisan 2015 Salı

                                       ÇANAKKALE DESTANI

            Yakın tarihimizde milletimizin yazdığı Çanakkale Destanı, bu güne kadar eşine rastlanamayan, gelecekte de rastlanamayacak olan harikulade, akıl ve hafızalara durgunluk verecek boyutta bir olaydır. Bu savaş belki de dünyada ilk defa karada, denizde, havada aynı anda yapılan bir savaştır.
            “1911-12 de balkan bozgunu ile yenilen Osmanlı Ordu'sunun kırılan onurunu tamir etme şahlanışıdır Çanakkale. Nitekim cephede ağır yaralanan, yarasından oluk gibi kan akan subayın yarasını sarmaya çalışan askeri doktora, “ Ko aksın kanım, balkan hezimetinin rezilliğini ancak bu temizler.” diyerek itiraz etmesi, yarasını bile sardırmaması, Çanakkale Zaferinde Balkan bozgununun tesirini açıkça göstermektedir. Çünkü Balkan Savaşında yenilen ordu ile, Çanakkale’de destanlar yazan ordu aynı değildir.
            Allah korusun, Çanakkale geçilip, İstanbul a girilseydi, İstiklal Savaşımız bile olmazdı; zaten “mandacılar” güçlü devletlerin mandasını kabul etmekten bahsedip duruyorlardı  onun için Çanakkale Savaşı deyince milletimizin her ferdinin göğsü kabarır.
            Çanakkale Zaferimiz üzerine çok araştırmalar yapılmış, yazılar, makaleler, kitaplar yazılmıştır. Bunlara baktığımızda şu hususları görmek mümkündür: Çanakkale Savaşının yankıları bütün dünyayı etkilemiştir. Savaş iki yıl uzayınca İngiliz ve Fransız kamuoyunda savaşa karşı büyük bir tepki oluşmuş, milyonlarla ifade edilebilecek savaş bütçeleri bu devletlerin ekonomilerinin bozulmasına ve daha birçok büyük kayıplara uğramalarına sebep olmuş, bunun sonucu olarak bu devletlerin halklarında büyük huzursuzluklar başlamıştır. Ayrıca Çanakkale’ye dünyadaki bütün Müslüman ülkeler ve halklar yardım etmişler, güç vermişlerdir. Çanakkale Zaferimiz hala milletimize bir moral, kimlik ve heyecan vermektedir.
            Savaşlar uzadıkça ödenen faturalar, verilen can kayıpları, “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” inancı ve anlayışına sahip olmayan ve değer ölçüleri sadece madde olan toplumlarda büyük  panik ve moral çöküntüsüne sebep olmuştur. Bu sebepten dolayı Çanakkale Ruhu, milletimizin ve onun ayrılmaz bir parçası olan Ordumuzun en kıymetli hazinesi ve gurur kaynağıdır. Her fırsatta bu ruh ve manevi yön geliştirilip güçlendirilmelidir.
            Gazeteci Yazar Vehbi Vakkasoğlu: “Maalesef günümüzde Çanakkale Savaşlarındaki ruhu ve manevi gücü hafife alanlar var. Peki, Çanakkale Zaferi manevi güçle kazanılmadıysa söyler misiniz, dünyanın en güçlü devletlerinin her türlü imkân ve güçleri ile saldırmalarına ne ile karşı koyduk? Dünyanın en güçlü devletlerinin, İngiltere'nin, Fransa'nın en güçlü donanmalarına karşı hangi imkânlarla, hangi güçle, hangi donanmayla karşı koyduk? Ortada bir zafer var, düşmanın bile itirafı var, bu zaferi kazanan askerin durumu ortada, şayet Çanakkale Zaferinin kazanılmasında manevi bir yön yoksa bu zaferi nasıl izah edeceğiz?” diyor ve devam ediyor. “O savaş ortamında  metre kareye 6000 merminin düştüğü bir savaş ortamında, (insanoğlu insan olan) Mehmetçik nasıl hâlâ insan olarak kalabilmektedir?”
            Bunu bakın bir İngiliz bakanı nasıl anlatıyor: “Biz âlicenap İngilizler bile başımız döner, kendimizi kaybedip vahşileşir, savaş hukuku diye bir şey tanımazken bu Osmanlı nasıl hâlâ bu ateşin ortasında insan olarak kalabiliyor? Esirlerimize nasıl misafir muamelesi yapabiliyor?” diyerek hayretini ve şaşkınlığını dile getirmektedir. Onun için diyorum ki, düşmanı bile hayretten hayrete düşüren bu manevi özelliklerimizi kaybetmemeliyiz. Çanakkale’de bütün imkânsızlıkların yanında yiyecek sıkıntısı da çekilmekteydi. Buğday, mısır, darı, süpürge tohumundan yapılan ekmekler yenirdi. Esir düşen düşman subaylarına Mehmetçik taze ekmeğini verirken kendisi taş gibi bayat ekmeği yiyordu. Bu durumu anlayamadığı veya zehirlenmekten korktuğu için kendisine verilen ekmeği yemeyen düşman subaylarını ikna etmek için Mehmetçik, önce onların ellerindeki ekmekten bir paça bölüp yiyerek onların da yemelerini sağlıyorlardı. Şimdi düşünelim, bu özelliğimizi hâlâ koruyor muyuz?
            Eski bir Genel Kurmay Başkanımız “ Çanakkale’de Şehitliği gezerken, şehitlerin konuşmalarını duyuyor gibi oluyorum” demişti. Kalp gözü açık olanlara bu mümkün ama biz neyiz hiç düşündük mü?
            Şayet Çanakkale’de manevi yön yoksa, bu gün hepimizin bildiği ve daha önce de bir yazımda bahsettiğim ilgili komutanın rüyasını, bu rüyada Peygamber Efendimiz (sav) in işareti ile döşediği 26 Mayını ve bu 26 Mayının yaptığı tesiri ve bunun sonuçlarını nasıl izah edeceğiz? Sonuçta hepsi 26 Mayın ama düşmana “Çanakkale geçilmez” dedirterek kaçıracak kadar muhteşem.
            Çanakkale’de bir asker bacağından yaralanıyor, yarası bacağını kaybedecek kadar ciddidir. Cephedeki imkânlarla fazla bir şey yapamayan sağlık görevlileri yaralı askerin arkadaşlarına, “şöyle bir gölge yere, bir ağaç altına taşıyın da hiç olmazsa son anını rahat geçirsin” diyorlar. Arkadaşları yaralı kahramanı teselli edecekler ama ne desinler?  Bir iki girişimden sonra şöyle diyorlar. “Şey Mehmet! Sen şehit oluyorsun, sana ne mutlu, şehitlerin duaları geçerlidir, dua ette biz de aynı mertebeyi kazanalım.” Yaralı askere arkadaşları taze bir ekmek getirirler, ye diye ısrar ederler, hatta bir parça bölüp ağzına verirler. Yaralı kahraman ekmeği yemez ve der ki “Ben ölüyorum, bu ekmeği yesem de bana bir faydası olmaz, israf olur. Siz bunu sağ olan birine verin de ona güç kuvvet olsun.” Evet işte bize lazım olan ruh budur. Ne dersiniz var mıdır şimdi bizde bu ruh?
            Eğitim ve öğretim kurumlarımız vasıtası ile neslimize Çanakkale ruhunu aşılamaktan başka çözüm yolumuz yoktur. Cenabı Hak’tan, Milletimizi bu kutlu hedefe ulaştırmasını diliyorum.
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.