10 Eylül 2012 Pazartesi


HİCAP -3

                       Aradan yıllar geçti. Ben bu ve benzeri mücadeleleri vererek üniversite üçüncü sınıfa kadar gelmiştim. Memleketimizde müdahaleler ve ihtilaller olmakla kalmamış, halk üzerinde ihtilallerden daha büyük ve olumsuz etkiler yapan 1980 İhtilâli ürünü şu mahut kılık ve kıyafet yönetmeliği çıkmış ve uygulanmaya da başlanmıştı. Bu konuda verdiğim her mücadele, uğradığım her haksızlık, bende büyük bir savunma ve mücadele isteği ve azmi uyandırmıştı. Kılık-kıyafetime yapılan her müdahaleyi  kimliğime ve kişiliğime yapılan küçültücü bir saldırı olarak görüyor ve  kabul ediyordum. İnsanın kendi memleketinde istediği şekilde giyinip kuşanma hakkı olmayacak mıydı? Bu ne biçim iş, nasıl bir uygulamaydı?
                      Bir gün şehir içerisinde çalışan belediye arabasına binmek üzereyken, ortaokul veya lise seviyesinde, yani yaşı  benden daha küçük olan iki genç kız “ ama amca” diye sızlanarak arabadan indiler. Belediye Arabası çok dolu olduğu,  aradaki boşlukta bile ayakta duracak yer olmadığı için, o kızlar arka kapıya ilerleyemediklerinden, bilet satan görevli ön kapıdan inmelerine izin vermişti. Onlar indikten sonra, arabayı bekletmemek için ben de ön kapıdan hızlıca bindim. Şoförün sağ tarafında motorun üzerinde oturan elli beş- altmış yaşlarında, sinek kaydı tıraşlı, bıyıksız, saçları biraz dökülmüş, ablak yüzlü bir adam sırıtarak bana bakıyordu. Ben biletimi alıp paramın üzerini cüzdanıma yerleştirirken, sırıtması hala devam eden kişi bana bakarak, “öyle değil mi?” dedi. Ben “ne öyle değil mi?” deyince, muhatabım “ Biraz önce arabadan inen arkadaşlarına,  elin adamı aya gidiyor, yıldızlara gidiyor, sizin hala başınızdaki bu örtü ile ne alıp veremediğiniz var? Yeter artık, çıkarın atın şunları, dedim.” Diye zafer kazanmış bir kahraman edası ile biraz önce söylediklerini tekrar ediyordu… Öylesine sinirlenmiş, kan beynime sıçramıştı ki, konuşması hâlâ devam eden ablak yüzlü adamın ne dediğini artık duyamıyordum. Sert ve yüksek bir sesle onun konuşmasını keserek, “ Sen terörist  müsün? Anarşist veya maganda mısın da insanları rahatsız ediyorsun, buna ne hakkın var?” Adam neye uğradığını şaşırmıştı. Ben aynı sertlikte kanaatlerimi söylemeye devam ettim.” Her insanın istediği şekilde giyinmesini;  yaşama, nefes alma, yeme, içme gibi tabii hakkı olarak görmekten daha normal ne olabilir? Bu hoş görüyü kazanmanızın zamanı daha gelmedi mi? Bu hoşgörüyü kazanabilmek için daha ne kadar, kaç yıl yaşamanız gerekiyor?  Nasıl ki bir insan, Anayasa Kitabının içinde yazılı olan her kanun maddesine uyarım, ama şu maddeye uymam bunun tam tersini yaparım diyemezse, kişinin istediği şekilde giyinip kuşanması da onun gibidir, yani inancının gereğidir.”  Dedim. Konuştukça sinirlerim daha çok geriliyor, o münasebetsiz adamın dersini verme isteğim artıyordu, ama terbiye sınırlarını aşmadan, ölçülü olmak zorunda olduğumun da farkındaydım. Babamın “ Yiğitlik öfkeyi yenmektir.” Dediği hiç aklımdan çıkmıyordu. Tıklım tıklım dolu olan arabada çıt çıkmıyor, herkes bizi daha doğrusu beni dinliyordu. Arada bir, yolcular arasından kimin söylediği belli olmayan, fakat alçak bir sesle, “Aldın mı şimdi ağzının payını?” “Münasebetsiz adam- Her kuşun eti yenmez- Bu yaşa gelmiş hala akıllanmamış- Sana ne el alemin kızının başındaki örtüden.” Gibi sesler geliyordu. Sonunda dedim ki, “Beyefendi! Görüyorum ki onlar senin kızın, hatta torunun yaşlarındaki çocuklardır, onların morallerini bozmaya, canlarını sıkmaya ne hakkın var? Bir başkası senin kızına, denize mayo ile girmeyecek, elbise ile gireceksin, yahut şu üzerindeki japone kollu elbise yerine uzun kollu bir şeyler giyeceksin dese, bu durum kızınızın veya sizin hoşunuza gider mi? Yahut şu anda ben size, şu boynunuzda asılı duran şal desenli kravat sinirime dokunuyor, onu çıkartın diyebilir miyim? Şayet dersem bu münasebetsizlik olmaz mı? Sonra beyefendi lütfen söyler misin? Siz aya yıldızlara gittiniz de, aracınızın pervanesi bizlerin eşarplarına mı takıldı da gidemediniz? Ayrıca beyefendi! Birliğe beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımızın olduğu bir zamanda; sizin ve sizin gibilerin bu tutum ve yaklaşımlarınızla, milletimizin birliğine ve bütünlüğüne ne kadar zarar verdiğinizin farkında mısınız? Size açıkça soruyorum, toplum barışı bu yaklaşımla sağlanabilir mi? Tarihen sabittir, halen yaşayarak ta şahit oluyoruz ki, emperyalist devletler,  egemen olmak istedikleri ülkelerin vatandaşları arasına önce ikilik ve nifak tohumları ekerek, milleti birbirine düşürmekte, sonra da çeşitli şekillerde müdahale ederek, o ülke üzerinde söz sahibi olmaktadırlar. Bilmeden, farkında ve şuurunda olmadan yaptığınızı umut etmek, inanmak  istediğim, sizin şu anda sergilediğiniz davranış ve o kızlara yaptığınız müdahalenin,  dış güçlerin yaptıklarından ne farkı vardır? Bu tutumunuz, milli bünyemize zarar vermekten başka ne sonuç doğurabilir?
                Muhatabım kızarıp, bozarıyor, önüne bakıyor ve hiç cevap veremiyordu. Bu arada arabamız benim ineceğim durağa gelmişti.  İyi günler dileyerek arabadan indim.
                                                                              ***----------------
                Aradan üç gün geçmişti. Bir Pazar günü saat on civarında kahvaltımızı yapmış, annemle birlikte masayı topluyorduk. Babam günlük gazetesini okumuş olmalı ki gazetenin bulmacasını çözüyordu. Annem bana durmadan “ Kızım sen dersine bak, yahut dinlen, ben yaparım bu işleri, zaten bir pazarın var.” Dese de ben mutfaktaki işleri bitirmeden işi bırakmamaya kararlı idim. Her şeyi toparlamış, bardakları yıkamaya hazırlanıyorduk, kapımız çalındı. Açtım ki üç gün önce tartıştığımız ablak yüzlü bıyıksız adam. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm mü, gerginlik mi olduğu belli olmayan bir ifade ile gözlüklerinin arkasından bana bakmıyor mu? Yanında da benden büyük, fakat genç bir bayanla gelmişlerdi.
 “Merhaba kızım- Günaydın” dedi gözlüklü adam. Arkasından yanındaki genç bayan
“Sabah sabah sizi rahatsız ettik, bağışlayın lütfen, biraz içeri girebilir miyiz? İzin verir misiniz?”
               Sonradan adının Aylin olduğunu öğrendiğim bu bayan otuz- otuz beş yaşlarında, orta boylu,  kısa saçlarını siyaha boyatmış, hafifçe şişman biriydi. Çorapsız ayaklarının tırnakları ile ellerinin tırnakları aynı renkte boyanmış, güzel denemese de hoş ve bakımlı bir bayandı. Hareketlerine ve genel durumuna bakarak, onun çalışan bir bayan olduğunu tahmin etmek zor değildi. Misafirlerimizi salona aldıktan biraz sonra babam, onun arkasından da annem mutfaktaki işini bırakarak yanımıza geldiler. İkram ettiğimiz kahveleri içerken Aylin Hanım,
             “Böyle bir Pazar gününde sizi rahatsız edişimizin sebebi, sizden özür dilemektir Serpil Hanım! Babam üç gündür uyuyamıyor. Yazıklar olsun bana, ben o kızım yaşındaki çocuğu niçin kırdım? O ki söylediği her sözünde haklı idi deyip durdu. Buraya gelişimizi pazar gününe denk getirmemizin sebebi ise sizi evde bulmaktir. Zira babam o günden beri araştırarak sizin kim olduğunuzu, nerede okuduğunuzu ve adresinizi öğrenmiş. Zaten biz de bu mahallede oturuyoruz, bir durak ileride.” Aylin’ in Babası susup önüne bakıyor, düşünceli görünüyordu. Olanlardan gerçekten etkilendiği ve üzüldüğü belliydi. Onun yerine hep Aylin konuşuyordu. Bu durumdan son derece memnun kalmış ve mutlu olmuştum. Evimize kadar gelmiş, olanlardan pişmanlık duymuş, o anda  misafirlerimiz olan insanlara gereken nezaket cümleleri ile karşılık verdikten sonra Yerimden kalkarak üç gün önce tartıştığım amcaya yaklaşarak,
       “ Verin elinizi öpeyim. Bu yaptığınız büyük bir olgunluktur. Ben hakkım varsa helal ettim.” Dedim.
          Aylin ve Babası Adem Amca’yla o olaydan sonra ailece hep görüştük…                  


                                             






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder