20 Eylül 2012 Perşembe



Ayetler ışığında adlı yayına hazır olan çalışmamdan örnekler.
Okuyucularımın görüş ve değerlendirmeleri beni memnun edecektir.

HAYATI TERSİNE ÇEVİRİR

O, Topraktan yarattığı kulunun,
 Toprak ürününden rızkını verir.
İnsanla birlikte başka canlının,
İhtiyaçların, hâcetin görür.

O,dur canlılardan çiftler yaratan.
İnsana cinsinden eşler bahşeden.
Dünya hayatının devamı için,
Eşler arasına câzibe koyan.

Nankör olmayanlar Hâlıkın bililr.
Var oluş sırrını her an düşünür.
Gübrelikte açan güle bakar da,
Allah’ın ipine sıkı sarılır.

Gece bizler için bir alâmettir.
Dilerse gündüzü geceden alır.
Günün her saati gece olur da,
İnsan hiçbir şeyi göremez olur.

O, güneşi yörüngede döndüren,
Ayı da güneşe tâbi kılmıştır.
İnsanları keremiyle güldüren,
Herkese bir ömür tayin etmiştir.

 Âlemde ne güneş aya yetişir,
Ne de gece gündüzü geçebilir.
Her biri kendi menzilinde yürür,
Çünkü Rabim öyle takdir etmiştir.

Allah kime uzun ömür vermişse,
Onun hayatını terse çevirir.
Çocuğun durumu başta ne ise
İhtiyar da en sonunda o olur.

ESİNLENİLEN SÛRE  VE ÂYETLER:
Yâsin sûresi  33. Ayetten 40 a kadar ve 68





         TAVSİYE

Namazlarda huşu içinde isen,
Kurtuluş müyesser, korkma kardeşim.
İstikamet birdir, yol iki değil.
Şeytanın izinden gitme kardeşim.

Uzak dur faydasız, anlamsız sözden.
Musibetin çoğu dilin yüzünden.
Ârifleri dost bil, çıkma sözünden.
Cahil ile ülfet etme kardeşim.

Zekatınla sen yoksulu sevindir.
İffeti kendine şaşmaz düstur bil.
Pişman olacağın halleri bırak.
Fuhşiyat yoluna gitme kardeşim.

Ahde vefa göster, itidalli ol.
Verdiğin sözleri sağlam senet  bil.
Tabi ki şeriat kula emin yol.
Firdevs’in vârisi ol sen kardeşim.

ESİNLENİLEN SURE VE AYETLER:
Müminûn Suresi Ayetler: 1 den 10 a kadar

Düstur: Umumi kaide, kanun, nizam, örnek, üslup.













19 Eylül 2012 Çarşamba


RABBİM ACI BİZE

Tüm ihtiyacımızı verdiğin dünyamızda,
Sonsun şükran-ı nimet olmamız gerekirken,
Gafletle geçip gitti ömür  her şey ortada.
Rabbim acı bizim şu perişan halimize.

Daha dün kara toprak kupkuruyken yeşerdi.
Menekşe boyun büküp, zikrini sundu sana.
Gülzara bülbül kondu, feryat, figan eyledi,
Biz farkına varmadık ne olur acı bize.

Gökyüzünde bulutlar yan yana sıralandı,
Yağmurla su kabardı, işte dünya canlandı.
Ağaçlar çiçek açtı, arılar beste yaptı,
Biz bundan ders almadık, ne olur acı bize.

Bir gün dağlar düzlenip, toz olup savrulacak,
Direksiz gök katlanıp, toplanıp dürülecek,
Bütün yaptıklarımız konacak önümüze,
O gün hiç gelmez sandık, ne olur acı bize.

ESİNLENİLEN SURE VE AYETLER:
Enbiya suresi Ayet:104






17 Eylül 2012 Pazartesi


         1960 İhtilalinde öğretme okul son sınıfındaydım. DP nin  1950- 60 arası iktidar dönemini bildiğim gibi , CHP nin tek parti dönemini de hatırlıyorum. Bu dönemde, fazla derinlemesine anlam veremesem de, köylülerin kendi harmanlarından, gece yarısı, korku içerisinde evlerine değil, ahırlarını en ücra yerlerine buğday sakladıklarına da şahit omuştum. Babamların, komşu çocuklarıyla birlikte  koyun, keçi, oğlak, kuzu ne varsa önümüze katıp " bu gün vergiciler gelecekmiş, akşam olmadan eve gelmeyin ha" diyerek bizleri köyden uzak yerlere gönderdiklerini de hatırlıyorum. Hele de köy karakolundaki jandarmaların baskıları, onların zulümleri unutulur gibi değil.
           İki ilçe arasındaki  bozuk yol, dağlardan, tepelerden aşarak giderdi. Tabi şimdi asvalt olsa da güzergahı aynı. " Dağ ne kadar yüksek olsa da, yol hep onun üzerinden aşarak gider" İşte köyümüzün yolunun Meryemçil yaylasını  aştığı yer yolun en yüksek noktasıdır. Telefon hattı bakımından gelen iki jandarmadan biri, karşı yamaçtan giden oduncuya nişan alarak, " acaba vurulan insan nasıl patırdayarak can verir merak ediyorum," diyerek silahını ateşlemesi, tabi merakını da böylece gidermesini hep duydu, dinledim.
           Sanığın idamına, duruşmasının bilahare  (daha sonra) yapılmasına; diye biten İstiklal Mahkemesi kararları, açık oy, gizli tasnifle yapılan seçimler, bir ilçede DP ye tek bir oy bile çıkmayınca, millet vekili adayıının "Yahu ben bupartinin, DP nin Miller vekili adayıyım, hadi bırakalım hısım, akraba ve çevremi, ben kendi kendime de mi oy vermedim" deyince, sen misin itiraz eden diyerek derhal tutuklanarak hapishaneye tıkılma olayları... Mütedeyyin insanların etlerin cımbızla her gün beş defa koparırcasın "Tanrı uludur....." diye okunan ezanlar.... İşte bu ortamda çocukluk, ilk gençlik  yıllarım geçti. DP ve Merhum Adnan Menderes bu bakımdan benim ve benim kuşağım insanları için çok önemlidir.
             Bir Hadis-i Şerifte " Haksız yere öldürülen bir kimsenin yanında durmayın. Çünkü orada bulunupta o kimsenin hakkı savunulmadığı için lanet, orada bulunanların tümüne birden iner. Haksız yere dövülen bir kimsenin yanın da da durmayın, çünkü orada bulunupta, o kimsenin hakkı savunulmadığı için lanet orada bulunanların tümüne birden iner."
             Haksız yere idam edilen, zulüm gören Menderes ve arkadaşlarının idam edilişlerinin 51. yılında 51. defa o zamanda yaşayıpta kılı bile kıpırdamayan  insanlara sitemimi böylece bildirmiş oluyorum. Çok genç olupta içi içine sığmamak, havalara yumruk sallamak, öğretmen okulu salonunda arkadaşlarına bu yapılanların yanlışlığını anlatmaktan başka bir şey yapamayan bu fakiri de Allah affetsi.









 

   

11 Eylül 2012 Salı


CİN
Cinler gözle görülmeyen varlıklardır. Muhtelif şekillere girebilirler. Güç işleri yapabilen, havadan ve ateşten yaratılmış akıllı varlıklardır.
KURAN-I KERİMDE: “ İblis (şeytan) cinlerden idi. Rabbinin emrine karşı geldi. Şimdi siz onu ve zürriyetini benim yerime kendinize dost mu tutuyorsunuz? Oysa onlar size düşmandır.” Kehf suresi Ayet 50
Görüldüğü gibi Ayet şeytanın cinlerden olduğunu haber veriyor.
Said İbni Cübeyr ve Hasan Basri ise, Şeytanın cinlerin aslı olduğunu söylemektedirler.

Bir Hadis-i Şerif, cinleri üç sınıfa ayırmaktadır. Hadis-i Şerif şöyle: “ Bir kısmının kanatları vardır, havada uçarlar. Bir kısmı yılanlardır. Bir kısmı da insanlar gibi konar göçerler.”
Bir başka Hadis-i Şerifte: “ Allah cinleri üç sınıf yarattı. Bir sınıfı yılanlar, akrepler, yer haşareleri. Bir sınıfı rüzgar gibidir. Bir sınıfı da insanlar gibidir, hesap ve ceza göreceklerdir.”
Cin deyince ilk akla gelen insanlara benzeyen cinlerdir ki bunlar yer, içer, evlenir ve çoğalırlar. Erkekleri, dişileri vardır. Peygamberimiz(sav) insanlara olduğu gibi, cinlere de Peygamber olarak gönderilmişti.
“Sizin de hesabınızı göreceğiz ey Sakalân” Rahman Sûresi Ayet 31
Sakalân, ağırlık demektir, yere ağırlık verdiklerinden ve günahlarından dolayı cinlere “Sakal” tabiri kullanılmıştır.
‘Cinlerin de Müslüman’ı, Kâfiri, iyisi, kötüsü vardır. Onlar da yaptıkları işin karşılığını göreceklerdir. İyileri Cennete, kötüleri Cehenneme gideceklerdir.
Cinlerin kâfir olanlarına “ ŞEYTAN” denir. Kuan’da Cin Suresi vardır. Peygamberimiz (sa) cinlere Kuran okumuştur.

Cinlerin ömürleri insanlara göre çok uzundur. Bir rivayete göre Âdem (as) ın çocukları Hâbil ve Kâbil zamanında yaşamış ve Peygamberimiz (sav) zamanında Peygamberimizle görüşmüş, önce kâfir olduğu için kötülük yaparken, Peygamberimizle görüştükten sonra Müslüman olmuş “ Hâtem’ubul  Haysem” isimli bir cinden bahsedilir ki bu Peygamberimizle görüştüğü için Sahabe cindir ve kendi aralarında iyi işler yapmıştır.
ÂRAF SURESİ:11,12,13,14,15,16,17,18,20,21,22. Ayetleri Şeytanın yani cinlerin aslı olan yaratığın Âdem (as) ve Müslümanlara nasıl düşman olduklarından bahseder.

Bir kötü insan, başkalarını aldatmak için önce iyi işler yapar, güven verdikten sonra da yapacağı kötülüğü yapar. Kâfir cinler de öyle, arada doğru şeyler söyledikleri gibi, genelde yalan söylerler.
Ayet-i Kerimeyi hatırlayalım: “  Şeytan, cinlerden idi. Rabbinin emrine karşı geldi. Şimdi siz onu ve zürriyetini benim yerim kendinize dost mu tutuyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” Kef Sûresi Ayet  50

SONUÇ OLARAK: Müslümanların ve insanların düşmanı olan şeytan ve kâfir olan cinler, insanları birbirlerine düşürmek, birbirlerine düşman etmek, aralarını açmak, aralarına kin ve nefret tohumları saçmak, insanları kötü yola sevk etmek için çalışırlar. Oysa Peygamberimiz Hadis-i Şeriflerinde akrabalık ve akraba hakları hakkında bakın ne buyuruyor.
Hadis-i Şerifler şöyle: 1- Beyinsizlerin idareci olduğu, hükmün alınıp satıldığı, cana kıymanın umursanmadığı, polislerin çoğaldığı Akraba arsında ilişkilerin kesildiği    …………zaman ölümü temenni din.”
2- Toplumlar iyi bir toplum olmasalar bile, iyilikte bulunmak, Hısım Akrabaları görüp, gözetmek ömürler uzatır, memleketleri de mâmur eder.”
3- “ Laf ile iş görmenin ortaya çıkıp, çalışmanın gizlendiği ( kaybolduğu, ) dillerin birbiriyle anlaşıp, kalplerin buğzettiği, Hısım akrabanın birbirlerinden ilişkilerini kestiği zaman, işte o vakit Cenab-ı Allah onlara lanet edip, kulaklarını sağır, gözlerini kör eder.”
Bunlar birer örnektir, daha bunlar gibi birçok Hadis-i Şerifler vardır.

KURAN-I KERİM’de : Bakara 83,177,215. Nisa: 1,36. Tevbe:23. Hud: 45,47. Ra’d: 21,25. Nahl: 90. İsra:26. Nûr: 22. Rûm: 38. Muhammed Suresi 22. Ve daha birçok Ayet-i Kerimelerde akraba hakları ve akrabalık bağlarının korunup, kuvvetli, canlı tutulmasından bahsedilmektedir.

Durum bu iken, bu akrabalık bağlarını zedeleyecek söz söyleyen (sözüm ona-güya) hacı, hoca, kişi kim olursa olsun böylesi insanlar bilerek veya bilmeyerek Şeytana yardımcılık yapmaktadırlar. Ya da câhil oldukları için insanlardan itibar görme gayreti içerisindedirler. Böylelerine inanmak doğru olmaz.

“Efendim ama söyledikleri doğru” Kardeşi o sözü o söylemiyor ki, şeytan, yani Müslüman olmayan cin söylüyor, onun da görevi (yukarıda izah edildiği gibi) bazen doğru, çoğu zaman,  özellikle de insanları ve akrabaları birbirlerine düşman etmek söz konusu olduğunda yalan söyleyerek, seni içinde bulunduğun hale getirmektir.



10 Eylül 2012 Pazartesi

İTİKAF NEDİR


                                                            İTİKAF NEDİR

            İtikaf: Bir şeye devam etmek – Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşgul olmak – Özellikle Ramazan’ın son on gününde, mescitlerde veya mescit hükmünde olan yerlerde kalıp ibadet, ilm-i iman ve Kuran, zikrullah gibi ibadetlerle meşgul olmak demektir. Böyle bir kimseye “ Mu’tekif” denir.
            Bu ibadet niçin özellikle Ramazan’ın son on gününde yapılır: Ramazan başlı başına bir feyiz ve manevi bereket ayıdır. Bu hususta birçok Hadis-i Şerif vardır, bunlarda birkaç tanesi şöyledir. “ Her hasene on mislinden yediyüz misline kadardır; yalnız oruç bana mahsustur, onun mükafatını da ancak ben veririm.” Ve “ Cennetin bir kapısı var adına “Reyyan” derler, oradan ancak oruçlular girebilir.” Ve “ Ramazan ayı girdiği zaman, Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapatılır. Şeytanlara kelepçe vurulur. Bir münadi, Ey hayır talep eden gel! Ey fenalık peşinde koşan vazgeç ! diye ünlenir.” Bütün bunların yanında Ramazan ayı içerisinde 1000 aydan (Yani 83,3 yıldan) daha hayırlı olduğu “El Kadr” suresi ile, yani ayetle kesinlik kazanan “Leyle-i Kadr” (Kadir gecesi) vardır ki bu gece Ramazan ayı içerisinde olmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününde aranmasının gerektiği Peygamberimiz (sav) tarafından bildirilmiştir. İşte “İtikaf” ibadetinin Ramazanın son on gününde yapılmasının sebebi budur. Ayrıca Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra ahirete intikal edene kadar her yıl Ramazan’ın son on gününde itikafa girmişlerdir.
            Bir İtikaf Vacip, Müekket Sünnet ve Müstehab nevilerine ayrılır. Bir kişi İtikafa gireceğini dili ile söylemişse yani nezretmişse (adamışsa) bu itikaf vacip olan İtikaftır.
            İhlasla yapılan bir İtikaf pek şerefli bir amel sayılmıştır. Bu sayede kalbler bir müddette olsa dünya meşgalelerinden uzak kalır ve Hakka yönelir. Birer Beytullah (Allah’ın evi) olan mescitlerden birine sığınan bir mümin çok kuvvetli bir kaleye sığınmış, Kerim olan Rabbinin feyiz ve yardım kapısına sığınmış olur.
            İslam büyüklerinden “Ata” demiştir ki: İtikaf yapan bir kimse ihtiyacından dolayı büyük bir zatın kapısında oturup, dileğini elde etmedikçe buradan ayrılıp gitmem diye yalvaran bir kimseye benzer ki Allah’ın bir mabedine sığınmış olan kimse de beni bağışlamadıkça buradan gitmem demektedir.
            Bir müminin, her gün biraz daha kısalan ömrünün bir bölümünü de böyle kutsal bir yerde yüce yaratıcısına olanca varlığı ile yönelerek geçirmesi ne büyük bir nimettir.
Bu bağlamda ben bu ibadete gereken önemi vermediğimiz, ihmal ettiğimiz, dolayısı ile ziyanda olduğumuz  kanaatindeyim.
            İslami kaynaklar, İtikaf yapan kimse, bütün vakitlerini namaza ayırmış demektir. Çünkü fiili olarak namaz kılmadığı vakitlerde de mescit içerisinde namaza hazır vaziyettedir ki bu bekleyiş namaz hükmündedir.
            İtikaf’ın edepleri: 1-İtikaf Ramazanın son on gününde mescitlerin en faziletlisinde yapılmalıdır.
2- İtikaf anında hayırdan başka bir şey söylenmemeli, günah sayılmayacak şeyler konuşulmalı, günah sayılan şeylerde dilini tutmak büyük bir ibadettir. 3- İtikaf esnasında Kuan-ı Kerim okumak – Hadis-i Şerif okumak – Peygamberimizin hayatı ile ilgili eserler okumak ve İslami meseleleri öğrenmeye devem etmek gerekir. 4- İtikaf yapan kimse temiz elbiseler giymeli, güzel koku sürünmeli. 5- İtikafa yalnız kalple değil, dille de söyleyerek niyet etmelidir. Mesela şöyle niyet edilebilir: Allah’ım!  Bu geceden başlamak üzere “Beytullah’ın bir şubesi ve senin evin olan bu  mescitte, Ramazan’ın son on günü senin miâfirliğine talibim, beni misafirliğin kabul buyur ve  Rabbim ev sahibinin misafire ikramı borcudur, beni bağışla; şu geçici dünya hayatında bana ve bize merhamet nazarınla bak...
             İtikaf sayesinde insanın maneviyatı yükselir, kalbi nurlanır, simasında kulluk nişanesi parlar, ilahi feyizlere kavuşur. Bu ne mübarek ve ne güzel bir durumdur.
Sonuç olarak: Dünya iki kapılı bir misafirhanedir. Doğumla başlayan hayat her gün hatta her nefesle biraz daha kısalmakta, kişi ölüme biraz daha yaklaşmaktadır. Ölüm yok oluş değil, bir mekan değiştirmedir. Hem öyle bir mekan değiştirme ki fani (geçici) olandan ebedi olana intikal ediş. O hayatta artık ölüm yoktur. Ya düşünüp hayal bile edilemeyecek kadar güzel ve rahat bir hayat, ya da tahmin ve tahayyül edilemeyecek kadar sıkıntılı, azap dolu bir hayat vardır. İşin ilginç yanı o ebedi hayata başı ve sonu belli olan, kısacık bir ömür parçasında hazırlanılmaktadır. Bir öğrenci bile sonucu hayat, memat meselesi olmayan sınavına bizlerin ahirete hazırlanmamızdan daha ciddi ve daha sorumluluk duygusu ile hazırlanmaktadır.
           


                       İTİKÂF NASILYAPILIR?

Müekket (kuvvetli) sünnet olan İtikâf, beş vakit namaz kılınan mescitlerde (camilerde) resmi makamlardan, yani illerde valilik makamlarından, ilçelerde kaymakamlıklardan dilekçeyle başvurularak izin aldıktan sonra yapılır. Tabi ki o dilekçe, o yerin  müftülüklerine götürülerek izin alma işlemi tamamlanır. Aslında ibadet için herhangi bir makamdan izin almak gerekmez ama, içinde bulunulan zamanın gereği günümüzde bu iş böyle oluyor.
Burada bir hatıramı aktarmak isterim: Altı yıldan beri aralıksız yaptığım İtikâf ibadetimin ilk yılında Kaymakamlık makamına işte "Ramazan'ın son on günü olan  şu- şu tarihler arasında ....... camiinde İtikâfa girmek istiyorum, gereğini....." diye yazdığım dilekçeyle gittim. Görevli memur dilekçemi alarak imzalatmak üzere kaymakamın odasına(makamına) girdi. Girdi girmesine de, girmesi ile çıkması bir oldu. Dilekçeyi bana uzatt, baktım altında imza yok.
- Eee bu imzalanmamış dedim.
 Görevli
- Kaymakam Bey İtikâf ta neymiş, orada nümayiş mi yapacaklar na yapacaklar? dedi, demez mi!
Dileçeyi elinden alarak içeri daldım. Kaymakam Bey beni görünce, mütebssim bir yüzle,
- Kusura bakma, vallahi alttaki imzaya bakmadım. dedi.
İlçede çıkan bir gazetede sürekli köşe yazılarım çıktığı için beni herkes tanırdı. Hatta bir seferinde ayak üstü yaptığımız kısa sohbette, yazılarınızı sürekli ve beğenerek okuyorum demişti. O dilekçemi imzalarken, ben.
- Beyefendi tek kişi ile nümayiş olur mu? İtikâf, gününü mütekif'in (itikâfa girenin) belirleyeceği süre kadar herhangi bir mescitte zaruri ihtiyaçlar dışında hiç dışarı çıkmamak üzer, ibadetle meşgul olmaktır, bunun için yapılır ki benim tesbit ettiğim süre Ramazan'ın son on günüdür. Bu ibadet Sünnet-i Müekkededir, Medineye Hicretten sonra Peygamberimiz (sav) bu ibadeti sürekli yapmıştır. Bir şehirde bu ibadeti yapan hiç kimse olmazsa, o şehirde herkes mesul olur, bir kişi yaparsa herkesten mesuliyet düşer, cenaze namazı gibi. dedim.
Kaymakam Bey
- Yani siz şimdi kendinizi feda mı ediyorsunuz? demez mi!
- Beyefendi, bu feda etme meselesi değil, bir ibadettir, onun karşılığı Allah'tan beklenir, umulur; deyince
Kaymakam Bey, tabi olgun insan
- Kusura bakma bu konudaki cehaletimize ver dedi.
Ben de
- Bu son sözünüzle cehalet değil, olgunluğunuzu sergilediniz, dedim

Kadir Gecesi de bu son on günde aranacağı için, uyku dışında her an ibadete meşgul oluyorsunuz. Günde üç cüz Kuran okuyarak bir hatim yapmak, okuduğunuz Kuran'ın meallerine bakmak, en yaygın fıkıh kitabımız olan ilmihal bilgilerinizi yenilemek, tesbihat ve zikrullah la meşgul olmak, kaza namazları kılmak başlıca meşgaleleriniz oluyor. Ben mümkün olduğu kadar gündüzleri yani öyle ile ikindi arası uyuyup, geceleri uyanık kalmayı tercih ettim.
Geceleri çok gizemli oluyor, hele bazı geceler...
Velhasıl cok zevkli bir ibadettir İTİKÂF...














HİCAP -3

                       Aradan yıllar geçti. Ben bu ve benzeri mücadeleleri vererek üniversite üçüncü sınıfa kadar gelmiştim. Memleketimizde müdahaleler ve ihtilaller olmakla kalmamış, halk üzerinde ihtilallerden daha büyük ve olumsuz etkiler yapan 1980 İhtilâli ürünü şu mahut kılık ve kıyafet yönetmeliği çıkmış ve uygulanmaya da başlanmıştı. Bu konuda verdiğim her mücadele, uğradığım her haksızlık, bende büyük bir savunma ve mücadele isteği ve azmi uyandırmıştı. Kılık-kıyafetime yapılan her müdahaleyi  kimliğime ve kişiliğime yapılan küçültücü bir saldırı olarak görüyor ve  kabul ediyordum. İnsanın kendi memleketinde istediği şekilde giyinip kuşanma hakkı olmayacak mıydı? Bu ne biçim iş, nasıl bir uygulamaydı?
                      Bir gün şehir içerisinde çalışan belediye arabasına binmek üzereyken, ortaokul veya lise seviyesinde, yani yaşı  benden daha küçük olan iki genç kız “ ama amca” diye sızlanarak arabadan indiler. Belediye Arabası çok dolu olduğu,  aradaki boşlukta bile ayakta duracak yer olmadığı için, o kızlar arka kapıya ilerleyemediklerinden, bilet satan görevli ön kapıdan inmelerine izin vermişti. Onlar indikten sonra, arabayı bekletmemek için ben de ön kapıdan hızlıca bindim. Şoförün sağ tarafında motorun üzerinde oturan elli beş- altmış yaşlarında, sinek kaydı tıraşlı, bıyıksız, saçları biraz dökülmüş, ablak yüzlü bir adam sırıtarak bana bakıyordu. Ben biletimi alıp paramın üzerini cüzdanıma yerleştirirken, sırıtması hala devam eden kişi bana bakarak, “öyle değil mi?” dedi. Ben “ne öyle değil mi?” deyince, muhatabım “ Biraz önce arabadan inen arkadaşlarına,  elin adamı aya gidiyor, yıldızlara gidiyor, sizin hala başınızdaki bu örtü ile ne alıp veremediğiniz var? Yeter artık, çıkarın atın şunları, dedim.” Diye zafer kazanmış bir kahraman edası ile biraz önce söylediklerini tekrar ediyordu… Öylesine sinirlenmiş, kan beynime sıçramıştı ki, konuşması hâlâ devam eden ablak yüzlü adamın ne dediğini artık duyamıyordum. Sert ve yüksek bir sesle onun konuşmasını keserek, “ Sen terörist  müsün? Anarşist veya maganda mısın da insanları rahatsız ediyorsun, buna ne hakkın var?” Adam neye uğradığını şaşırmıştı. Ben aynı sertlikte kanaatlerimi söylemeye devam ettim.” Her insanın istediği şekilde giyinmesini;  yaşama, nefes alma, yeme, içme gibi tabii hakkı olarak görmekten daha normal ne olabilir? Bu hoş görüyü kazanmanızın zamanı daha gelmedi mi? Bu hoşgörüyü kazanabilmek için daha ne kadar, kaç yıl yaşamanız gerekiyor?  Nasıl ki bir insan, Anayasa Kitabının içinde yazılı olan her kanun maddesine uyarım, ama şu maddeye uymam bunun tam tersini yaparım diyemezse, kişinin istediği şekilde giyinip kuşanması da onun gibidir, yani inancının gereğidir.”  Dedim. Konuştukça sinirlerim daha çok geriliyor, o münasebetsiz adamın dersini verme isteğim artıyordu, ama terbiye sınırlarını aşmadan, ölçülü olmak zorunda olduğumun da farkındaydım. Babamın “ Yiğitlik öfkeyi yenmektir.” Dediği hiç aklımdan çıkmıyordu. Tıklım tıklım dolu olan arabada çıt çıkmıyor, herkes bizi daha doğrusu beni dinliyordu. Arada bir, yolcular arasından kimin söylediği belli olmayan, fakat alçak bir sesle, “Aldın mı şimdi ağzının payını?” “Münasebetsiz adam- Her kuşun eti yenmez- Bu yaşa gelmiş hala akıllanmamış- Sana ne el alemin kızının başındaki örtüden.” Gibi sesler geliyordu. Sonunda dedim ki, “Beyefendi! Görüyorum ki onlar senin kızın, hatta torunun yaşlarındaki çocuklardır, onların morallerini bozmaya, canlarını sıkmaya ne hakkın var? Bir başkası senin kızına, denize mayo ile girmeyecek, elbise ile gireceksin, yahut şu üzerindeki japone kollu elbise yerine uzun kollu bir şeyler giyeceksin dese, bu durum kızınızın veya sizin hoşunuza gider mi? Yahut şu anda ben size, şu boynunuzda asılı duran şal desenli kravat sinirime dokunuyor, onu çıkartın diyebilir miyim? Şayet dersem bu münasebetsizlik olmaz mı? Sonra beyefendi lütfen söyler misin? Siz aya yıldızlara gittiniz de, aracınızın pervanesi bizlerin eşarplarına mı takıldı da gidemediniz? Ayrıca beyefendi! Birliğe beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımızın olduğu bir zamanda; sizin ve sizin gibilerin bu tutum ve yaklaşımlarınızla, milletimizin birliğine ve bütünlüğüne ne kadar zarar verdiğinizin farkında mısınız? Size açıkça soruyorum, toplum barışı bu yaklaşımla sağlanabilir mi? Tarihen sabittir, halen yaşayarak ta şahit oluyoruz ki, emperyalist devletler,  egemen olmak istedikleri ülkelerin vatandaşları arasına önce ikilik ve nifak tohumları ekerek, milleti birbirine düşürmekte, sonra da çeşitli şekillerde müdahale ederek, o ülke üzerinde söz sahibi olmaktadırlar. Bilmeden, farkında ve şuurunda olmadan yaptığınızı umut etmek, inanmak  istediğim, sizin şu anda sergilediğiniz davranış ve o kızlara yaptığınız müdahalenin,  dış güçlerin yaptıklarından ne farkı vardır? Bu tutumunuz, milli bünyemize zarar vermekten başka ne sonuç doğurabilir?
                Muhatabım kızarıp, bozarıyor, önüne bakıyor ve hiç cevap veremiyordu. Bu arada arabamız benim ineceğim durağa gelmişti.  İyi günler dileyerek arabadan indim.
                                                                              ***----------------
                Aradan üç gün geçmişti. Bir Pazar günü saat on civarında kahvaltımızı yapmış, annemle birlikte masayı topluyorduk. Babam günlük gazetesini okumuş olmalı ki gazetenin bulmacasını çözüyordu. Annem bana durmadan “ Kızım sen dersine bak, yahut dinlen, ben yaparım bu işleri, zaten bir pazarın var.” Dese de ben mutfaktaki işleri bitirmeden işi bırakmamaya kararlı idim. Her şeyi toparlamış, bardakları yıkamaya hazırlanıyorduk, kapımız çalındı. Açtım ki üç gün önce tartıştığımız ablak yüzlü bıyıksız adam. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm mü, gerginlik mi olduğu belli olmayan bir ifade ile gözlüklerinin arkasından bana bakmıyor mu? Yanında da benden büyük, fakat genç bir bayanla gelmişlerdi.
 “Merhaba kızım- Günaydın” dedi gözlüklü adam. Arkasından yanındaki genç bayan
“Sabah sabah sizi rahatsız ettik, bağışlayın lütfen, biraz içeri girebilir miyiz? İzin verir misiniz?”
               Sonradan adının Aylin olduğunu öğrendiğim bu bayan otuz- otuz beş yaşlarında, orta boylu,  kısa saçlarını siyaha boyatmış, hafifçe şişman biriydi. Çorapsız ayaklarının tırnakları ile ellerinin tırnakları aynı renkte boyanmış, güzel denemese de hoş ve bakımlı bir bayandı. Hareketlerine ve genel durumuna bakarak, onun çalışan bir bayan olduğunu tahmin etmek zor değildi. Misafirlerimizi salona aldıktan biraz sonra babam, onun arkasından da annem mutfaktaki işini bırakarak yanımıza geldiler. İkram ettiğimiz kahveleri içerken Aylin Hanım,
             “Böyle bir Pazar gününde sizi rahatsız edişimizin sebebi, sizden özür dilemektir Serpil Hanım! Babam üç gündür uyuyamıyor. Yazıklar olsun bana, ben o kızım yaşındaki çocuğu niçin kırdım? O ki söylediği her sözünde haklı idi deyip durdu. Buraya gelişimizi pazar gününe denk getirmemizin sebebi ise sizi evde bulmaktir. Zira babam o günden beri araştırarak sizin kim olduğunuzu, nerede okuduğunuzu ve adresinizi öğrenmiş. Zaten biz de bu mahallede oturuyoruz, bir durak ileride.” Aylin’ in Babası susup önüne bakıyor, düşünceli görünüyordu. Olanlardan gerçekten etkilendiği ve üzüldüğü belliydi. Onun yerine hep Aylin konuşuyordu. Bu durumdan son derece memnun kalmış ve mutlu olmuştum. Evimize kadar gelmiş, olanlardan pişmanlık duymuş, o anda  misafirlerimiz olan insanlara gereken nezaket cümleleri ile karşılık verdikten sonra Yerimden kalkarak üç gün önce tartıştığım amcaya yaklaşarak,
       “ Verin elinizi öpeyim. Bu yaptığınız büyük bir olgunluktur. Ben hakkım varsa helal ettim.” Dedim.
          Aylin ve Babası Adem Amca’yla o olaydan sonra ailece hep görüştük…                  


                                             






8 Eylül 2012 Cumartesi

HİCAP-2


                                                             HİCAP -2

                 Ortaokulun ikinci sınıfındaydım. Komşumuz ve en iyi arkadaşım Sabriye ile okula her gün beraber gider gelirdik. Sabriye de benim gibi uzun boylu, zayıf, beden eğitimi dersi hariç bütün derslerde çok başarılı bir öğrenci idi. Omuzlarına kadar uzanan sarı saçları, ince ve zarif endamı, ter temiz kılık ve kıyafeti ile tertipli, düzenli bir kızdı Sabriye, aynı zamanda sınıfımızın değil belki okulumuzun en güzel kızıydı.
                Bir gün akşam paydosunda evlerimize gitmek üzere sınıftan çıktık. Her zaman olduğu gibi o gün de erkek çocuklar okul koridorunda, merdivenlerde çeşitli şeyleri bahane ederek oyalanıyorlardı, ama aslında onların bizim çıkmamızı beklediklerini biz biliyorduk. İkinci katın merdivenlerinden inip, okuldan çıkmak üzereydik ki, girişteki genişçe koridorun sağ tarafında, ayakta duran ve okuldan çıkmakta olan her öğrenciye dikkatle bakan okul müdürü Hazin Çokol beni görünce, sağ elinin işaret parmağını bana doğru uzatarak, “ Sen, gel bakalım!” Dedi.
                 Alnında büyük bir yara izi olan Hazin Çokol, topal ayağı ve kalın ensesi ile önüm sına yürüyerek müdür odasına girdi. İçeride ismini bilmediğim kısa boylu, tıknaz, başı hep öne doğru eğik olarak durduğu için insana aşağıdan yukarıya doğru bakıyormuş hissi veren bir kişi daha vardı. Odanın ortasında ayakta duran müdür beyin sağ ayağı yere iyice basmıştı ama, biraz kısa olan sol ayağının ancak uç kısmı yere değebiliyordu. Galiba alnındaki yarayı ve bir ayağındaki özrü, sarhoş olarak kullandığı özel arabası ile uçurumdan zeytinliğe doğru yuvarlandığı bir trafik kazası sonucu almıştı. Kolunda, kaburgalarında ve dişlerindeki kırıklarla birlikte,  kırılan ayağı ve alnındaki yarası için de uzun süren titiz bir tedavi görmüşse de, doktorlar  ancak bu kadar iyileştirebilmişlerdi.
                Sağdan sola doğru sallanıp, yalpa yaparak bana bir adım daha yaklaşan Hazin Bey, hiç de  insaf ve merhamet belirtileri taşımayan,  nefret dolu bakışlarını yüzümde gezdirdikten sonra, dişlerini sıkarak konuşuyormuş  gibi bir sesle sordu. Onun bu konuşma şekli taklit kabiliyeti olan öğrenciler tarafından zaten sınıflarda  hep şaka konusu olurdu.
-          Kızım senin başın kel midir?
                     O anda hiç beklemediğim bu soru,  tertemiz ve insan sevgisi ile dopdolu olan çocuk kalbimde, en güçlü hasmını bile nakavt eden boksörün yumruklarından daha ağır bir yara ve hasar açmıştı. Ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemez haldeydim. Kekeleyerek,
                - Hayır, dedim.
                - O halde niçin örtünüyorsun? Şu başındaki eşarp ta ne?
  - Ne gerek var buna?
  - Bu okulun bir kuralı var kızım ona uymak zorundasın.
                - Okul kurallarına uyuyorum efendim, ayrıca birinci karnedeki not ortalamam 9,8 di ve bir gün bile devamsızlığım yo… sözümü sertçe keserek,
                - Onu demiyorum, anlamamazlıktan gelme, şu başındaki bez parçasını diyorum.
Bunları söylerken “bez parçası” kelimelerine vurgu yapıyor, bez kelimesindeki “z” harfini uzatarak “bezzz” diyordu.
                - Okula gelince çıkarıyorum efendim, burada örtünmüyorum ki.
                - Olsun okul kıyafetini giydiğin her yer ve durumda, nerede olursan ol örtünemezsin. Hem ne gerek var buna canım, niçin yapıyorsun bunu, böyle saçmalıkları?
                İçinde bulunduğum ortam benim yaşımda bir kız için hiç de kolay ve uygun bir durum değildi. Buna rağmen asla bir korku duymadığım gibi, biraz önce içimde hissettiğim sıkıntı da gitmiş, onun yerini az da olsa cevap verme, mücadele etme azmi almıştı.
-          Saçmalık değil efendim, Allah’ın emri olduğu için örtünüyorum, dedim.
-          Allah’ın böyle bir emri yok, olmaz, olamaz  böyle bir şey.
-          Var müdür bey. Nur suresi otuz bir ve Ahzap suresi ellidokuzuncu ayetler.
    Müdür Hazin Çokol abandone olmuş gibi sendeledi, gözleri fal taşı gibi açıldı, bana bir cevap vermek istediği belli idi ama söyleyecek bir şey bulamıyordu. Müdür Beyi sendeleten bu cevabın aklıma gelmesi, kesinlikle benden değil, Allah’ın lutfu ve yardımı idi. Kul sıkışmıştı çünkü…
-          Terbiyesiz, haddini bil, sen benim muhatabım değilsin, dedi.
 Bu hakaret çok zoruma gitmişti, ama yapacak bir şeyim yoktu. Kederli bir sesle ve önüme bakarak
                   -  Ben O……..  ci nin kızıyım. Ben terbiyesizlik yapmam, o zaman babam sizin muhatabınızdır ona söyleyeyim, siz onunla konuşun efendim.
                  Dışarı çıktığımda bütün çocuklar evlerine gitmişlerdi, fakat sevgili arkadaşım Sabriye okul bahçesinde beni bekliyordu. Kederli ve perişan halimi görünce koşarak bana doğru geldi ve “Ne oldu? Ne var? Ne diyormuş…?” İçeride olanları olduğu gibi anlatınca Sabriye, benim can arkadaşım dedi ki: “ Serpil şu örtü meselesinin aslını müsait bir zamanda bana da anlatsana, şuna inat ben de örtüneceğim. Vallahi yapacağım bunu.” Yok Sabriye dedim,  ona inat değil, Rabbimizin emri olduğu için olmalı bu…
                  Evet Sabriye sözünde durdu ve dediğini yaptı. Kalbleri eviren çeviren, halden hale sokan Rabbim’e hamdolsun. O ne büyük yardımcı, ne güzel yol göstericidir…
Devam edecek…

                                                             

                                                                    HİCAP
     
            Nerede örtüsüne bürünmüş mütevazı ve onurlu, çevresinde saygı uyandıran bir ihtiyar kadın görsem, hemen çocukluğumun o neşeli, mutlu ve kaygısız yıllarını hatırlarım. Her çocuk gibi diyemesem de  bütün mutlu çocuklar gibi benim de her istediğim yapılır, her türlü nazım çekilir, her dediğim kayıtsız şartsız yerine getirilir ve her türlü huysuzluklarıma sabırla tahammül edilirdi. Özellikle ninem; o ihtiyar bir kadın değil, sanki bir sabır abidesiydi. İştahsız, içine kapanık, biraz da huysuz bir çocuk olmama rağmen, ninemin bana bir kerecik olsun sert davrandığını hatırlamıyorum. Şayet aileden benim huysuzluklarıma katlanamayarak titizlenenler  olursa,  babasından mı yoksa  dedesinden mi  duyduğunu bilemediği,  benim de çok hoşuma giden ve şimdi kendi çocuklarıma da uyguladığım şu altın öğüdü verirdi. “ Çocuklar yedi sekiz yaşına kadar evde kraldır, onun her dediği olur. Sekiz yaşından on beş veya  on sekiz yaşına kadar evde köle gibidir, bu dönemde büyüklerin her dediği olur, çünkü çocuk terbiye edilecek, şekil alacak,  ailenin istediği kalıba girecektir. Ondan sonra da arkadaş gibi davranılmalıdır.” Diyerek herkesi susturur,  güzel ve unutulmaz  bir ders verirdi.
       Ninemin dizlerine oturup başını tamamen, yüzünü de yarısına kadar örten oyalı yazmasını geriye iterek, buruşuk yanaklarını öptüğüm yılların tadını hayatım boyunca hiç unutamadım. Bazı sabahlar ninemi örtüsüz olarak gördüğüm olurdu. İtiraf etmeliyim ki onu örtüsü ile daha güzel, daha nurlu ve daha saygı değer bulurdum.
         Bir gün sabah kahvaltısından sonra ninem büyük bir kızmışım gibi beni karşısına alarak, “ Yavrum! Her şeyin bir vakti, zamanı vardır. Senin de artık Kuran öğrenme zamanın geldi. Bu sene ilk okula başlayacaksın. Yarın okullar açılırsa ikisini birden yapamazsın. Bu gün seni camide açılmış olan Kuran-ı Kerim Kursuna götüreceğim. Orada senin yaşlarında birçok arkadaşların da olacaklar. Zaten ben de yanından hiç ayrılmayacağım; beraber gidip, beraber döneceğiz. Küçük yaşta Kuran daha kolay öğrenilir. Tamam mı kızım? Hıı gidelim mi?” Dedikten sonra beni kendisine doğru çekip, başımı göğsüne bastırarak,  şimdi birçoğunu unuttuğum uzun bir konuşma yapmıştı. Bu hali ile ninem beni önemli bir yarışa hazırlayan menajere benziyordu.
         Ninemin eline sıkı sıkıya yapışmış olarak, mahalle camimizin birinci katında açılan kursa gittiğimizi, benim yaşımda veya daha büyük, kızlı, erkekli, bağıra  çağıra  koşan, oynayan çocukların aralarından geçerek, büyük bir salonun yan tarafına sıkıştırılmış olan odaya girdiğimizi, orada orta yaşlı, kısa sakallı bir hoca efendinin bize bir çok sorular sorup,  aldığı bilgileri kalın bir deftere yazdıktan sonra,  saçlarımı okşayarak, “Aferin sana kızım,  bak burada senin yaşında bir çok arkadaşın da var, onlarla hem oynayacak iyi vakit geçireceksin, hem de güzel ve faydalı bilgiler öğreneceksin.” Dediğini daha dün gibi hatırlıyor ve aynı heyecanı duyuyorum.
            Mahallemize yeni yapılmış olan camide yaz aylarında açılan ve ilkokul bitene kadar hiç aksatmadan devam ettiğim bu Kuran Kursunda,  ninemin nasıl bir ulvi gaye uğruna, neden devamlı örtülü olarak bulunduğunun sırrını da öğrendim.
             Çocukluğumdan beri okumayı çok sever, bulduğum her türlü kitabı okurdum,  hala da öyle. Okuduğum kitaplardan sonra kendime olan güvenimin  arttığını, ifade gücümün geliştiğini, kendimi daha güçlü ve manen zenginleşmiş gibi  hissettiğimi  hatırlıyorum. Dikkatimi bir noktaya toplayıp, çok  iyi konsantre olabildiğim için,  derslerime hazırlanmaya,  öğretmenlerimin sınıflarda anlattıklao dersi öğrenmeme kafi geldiğinden, okumaya zaman bulabiliyordum. Öylesine sürekli bir okuma idi ki benimki; “ Yeter artık kızım! Hadi yemek hazır.” Demeseler sabahtan akşama kadar hiç durup dinlenmeden okuyabilirdim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdan beri devam eden bu güzel alışkanlığın hayatta çok faydasını gördüğümü kabul etmek durumundayım.
Devam edecek
                                                             ***

                                   

3 Eylül 2012 Pazartesi


ABD nin Irak'ı işgal ettiği yıllarda 8 Nisan 2003 günü yazılan FERYAT şiirim aşağıdadır.
Yine IŞIK SAÇAN NAL OLSAM adlı kitabımdan.

         FERYAT
Gözü dönmüş vuruyor bak, her taraf oldu mezar.
Anaların ayakları Cennet üstünde gezer.
Lütfen bana der misin canım, yahut söyler misin?
Katilleri dost edinmek hangi itapta yazar.

Kadın demez, çocuk demez, pir-i fâni hiç demez.
Kan dökücü o bir vampir, saldırır kana doymaz.
Kirli eli sıkma dostum, hatta tükür bir güzel.
Her taraf delik deşik bak, şehirler oldu enkaz.

Yağmur değil gökten yağan, aydınlatan semayı.
Parçalanır yavru bebek, solumadan havayı.
Kurşunlar ve yıldırımlar, gülle , füze vız gelir.
Dostun gülüyle yıkılır, gönüllerin sarayı.

Can kardeşim, din kardeşim, tarih, kültür kardeşim.
Asırlardır bu yerlerde yan yana sınırdaşım.
Zalimlerin zulmünden bilirim, edersin feryat.
Duymuyor feryadını dostların, heyhat ki heyhat.

                                                8 Nisan 2003

Not: Dostun gülüyle yıkılır, gönüllerin sarayı.
İfadesi ile "Hallac-ı Mansur" olayı kastedilmiştir.











2 Eylül 2012 Pazar





AŞK-I RESUL YAKSIN BENİ

Hayatım boyunca hep gerçeği aradım.
Usanmadan ve bıkmadan
Sistemleri teker  teker taradım.
Özlem yüklü duygularla
Hak yoluna nazar kıldım.
Leyla gibi, mecnun gibi
Vuslat gününü sorarım.

Aklım, fikrim tüm varlığım
Hakka bir pervane döner.
Ölçüsü kaçmış dünyada
Türlü dolaplar döner.
Kardeşliğin şuurundan habersiz,
Bu sevgisiz topumda
Umudunu yitirmeden,
Yolunu bulmaktır hüner.

Sana gelmek arzusuyla
Kalbin titrerken derinden.
Altedilmez heyecanım inan,
Benliğimi oynatıyor yerinden.
Tüm beşeri duygulardan sıyrılıp,
Sermest halde aklım gider serimden.
Bu duygular saadettir
Şükür verdi bize bunu yaradan.
Kulunun kölesi kıldı,
Ona sonsuz hamt ederim,
Şükrederim derinden.


Haktan habersiz ömür,
Kurumuş kütük demektir.
Kuru kütük harlı yanar,
Yakma Rabbim hiçbir canı.
Amansızca ben yanayım,
Aşk-ı Resul yaksın beni.
Yanıp  yanıp  kül olayım,
Harap olsun HAK yolunda kulunun canı.

Aşktan habersiz yaşamak,
Hiç yaşamamakla birdir.
Ve ana diyen çocuğa,
Bu sözü yasak etmek gibidir.
Hasretiyle yanar sinem, göğünür özüm,
Yığın  yığın karlar gibi erimişim,
Kavuştur Rabbim bir daha.
Selam verip o hacere hep döneyim,
Dilimde HAK HAK olsun sözüm.

Sevdamı söndürme Rabbim!
Her an bin kat arttır harını.
Aşkın oduyla eriyip,
Tabutta bir tüy olayım.
Lutfedip günahım affet,
Huzura umutlu varayım.

                                2003



      


Işık Saçan Nal Olsam Şiir kitabımdan bir başka şiir. FERYET

Bu şiir 8 Nisan 2003 tarihinde yani ABD nin Irak'ı işgal ettiği ve hunharca kan döktüğü ve bu olaya Müslümanların duyarsız kaldığı günlerde yazılmıştır.

                      FERYAT
Gözü dönmüş vuruyor bak, her taraf oldu mezar.
Anaların ayakları cennet üstünde gezer.
Lütfen bana der misin canım, yahut söyler misin?
Kâfirleri dost edinmek hangi kitapta yazar?

Kadın demez, çocuk demez, pîri fâni hiç demez.
Kan dökücü o bir vampir, saldırır , kana doymaz.
Kirli eli sıkma dostum, hatta tükür bir güzel.
Her taraf delik deşik bak, şehirler oldu enkaz.

Yağmur değil gökten yağan, aydınlatan semayı.
Parçalanır yavru bebek, solumadan havayı.
Kurşunlar ve saldırılar, gülle, füze vız gelir,
Dostun gülüyle yıkılır, gönüllerin sarayı.

Can kardeşim, din kardeşim, tarih, kültür kardeşim.
Asırlardır bu yerlerde yan yana sınırdaşım.
Zalimlerin zulmünden bilirim edersin feryat.
Duymuyor feryadını dostların, heyhat ki heyhat.
                                                 8/Nisan/2003

Not: Dostun gülüyle yıkılır, gönüllerin sarayı
İfadesiyle "Hallac-ı Mansur" olayı kastedilmiştir.