29 Mayıs 2013 Çarşamba


FİLİSTİN

            NOT: Gazete köşe yazımdır.

            Bismillahirrahmanırrahim.
            “ Bir gece, kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye (Muhammed ) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir, O, gerçekten işitendir, görendir.” 17. Sure, ayet 1.
            Demek ki Filistin’in Kudüs şehrinde bulunan ve Müslümanlar olarak ilk kıblemiz olan Mescidi Aksa ve çevresi (yani Kudüs ve civarı) Cenab-ı Hakkın  mübarek kıldığı yerlerdendir ve bütün Müslümanların vatanıdır.
Mübarek:İlahi hayrın bulunduğu şey.Bereketlenmiş, çoğalmış. Uğurlu. Hayırlı, mesut. Beğenilen…demektir. Hadis-i Şeriflerde Kudüs’te bulunan  Mescidi Aksa’da yapılan bir ibadet ve hayırlı fiilin, Mekke ve Medine hariç başka yerlerde işlenenlerin beş yüz katı olduğu bildirilmektedir.
            İşte Yahudi’nin işgali altında bulunan ve halkın demokratik yollar ve usullerle seçtiği HAMAS hükümetinin öncülüğünde savunulan, aslında savunulması ve işgalden kurtarılması dünyalı bütün Müslümanların üzerlerine Farz olan  FİLİSTİN in Müslümanlar için önemi budur. Bu tariften sonra ister HAMAS’A ( işgalcilerin demesi gibi) siz de terörist deyin, isterseniz de vatanını savunan kahramanlar, artık tercih size kalmış, zaten bu fazla önemli de değil, çünkü tarih yanılmayan hükmünü er veya geç verecektir. Hani ne diyor Aşık Paşa ta 1270 li yıllarda
            “Sineler var kim bilesin bu halayık neydiğün,
            Sanasın kim, bir ekindir Azrail biçmiş gibi.

            Bahtlıdır şol kişi kim dünyada adı kala,
            Ölmedi, diridir ab-ı hayat içmiş gibi.”

            Evet şu kısacık dünyada iyi bir ad bırakan kişi ölmemiştir, onun yaşı tarihin yaşı kadardır. Onun için tarihin hükmüne ters bir fiil ve davranış içerisinde olunulmamalıdır.
            Bağımsız bir ülkeyi, ABD nin ve İngiliz in gücünü yanına alarak zorla işgal eden işgalci terörist devlet İsrail, şimdi Filistin’de kan dökmeye, kadın, çocuk, ihtiyar demeden öldürmeye devam etmekle kalmıyor, meşru, halkın seçtiği hükümet üyelerini kaçırmaya, evleri yıkmaya, elektrik santrallerini bombalamaya, içme sularını zehirlemeye devam ediyor. Bu durumda bırakalım Müslüman olmayı, yapılan bu zulmü lanetlemek insanlık görevimizdir.  
            Yüce Yaratıcı yukarıda bahsettiğimiz  17.  Surenin  4.  ayetinde de
            “Biz kitap’ta İsrail oğullarına: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.” Diyerek İsrail oğullarının huy ve   karakterlerini bizlere bildirmektedir. Bu milletin  iyilikle ıslahı mümkün değildir. Onların anlayacağı dil kuvvettir, kuvvet ise birlik ve beraberliktedir. Ah şu Kuran rahatça öğrenilebilse de Allah’ın Yahudiler hakkında  bildirdiklerini milletimiz bir bilse, mesele kendiliğinden hallolurdu o zaman, çünkü iktidarlar halka rağmen yanlış yapamazlardı ama ne yapalım ki engeller var.
            Bölge ve dünya barışı için Filistin problemi mutlaka çözülmelidir. Onu çözebilmek için ise  şu beş noktada toplanan problemlerin aşılmasının  gerekir.1-İsrail toprak işgalinde bulunmuştur, bu gün tarihi Filistin topraklarının ancak % 22 si Filistinlilerin elindedir, onda da tam hükümranlıkları yoktur. 2- İki buçuk milyon Filistinlinin durumları çok trajiktir, vahimdir. 3- Dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş olan Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilerin evlerine, bağ, bahçelerine yerleştirilmesi,  mal ve mülklerinin çalınması ve Filistinlilerin sistemli olarak etnik arındırılmaya ve imhaya tabi tutulması. 4- Kudüs’ün nihai anlamda statüsünün belli olması. 5- Yahudi’nin Mescid-i Aksa’yı yıktırıp, yerine Süleyman Mescidini yaptırmak istemesi. İşte bu beş maddede toplanan meseleler çözülmeden Filistin Probleminin çözülemeyeceği üzerinde ittifak vardır.
            Hükümetler, dış işleri, belki de BM ler bu işlerle uğraşırken her bir Müslüman’a da görevler düşmektedir. Bu görev öyle zor bir görev değil, sadece küçücük bir dikkat ve şuurlu hareketten ibarettir. Bu da ( Sevdiklerimizi Allah için sevmek, sevmediklerimizi de Allah için sevmemektir.) Bu hareketler küçük ve basit gibi görünse de çok önemlidir çünkü: 1- Allah için seven insan sevdiklerinin iyi ve kötü günlerinde yanında olur, yani Filistinlinin ve başka işgal edilen İslam beldelerinde yaşayanların, ezilenlerinyanında olur. Böylece işgalci ABD ve Lanetli kavim İsrail’e rağmen kardeşlerinin yanında yer alınca, onların maddi ve manevi her derdine ortak olmuş olur. 2-  Müslüman Allah için sevince de İşgalcilerin yani Yahudi’nin karşısında yer ve tavır alır ki bu karşı oluş, onlara sempati ve dostluk duymama, hatta onları sevenleri de sevmeme olarak kendini gösterecek, böylece işgalcilerin güçlerini zayıflatacak bütün yollara baş vurulmuş olunacak, gerekiyorsa bedenen onların karşısında yer alınacaktır. Ayrıca bu tavır onların mallarını almama, işgalcilerin dostu ve sesi olan gazetelere de para vermeme şeklinde tezahür edecektir ki bu az şey değildir.   Gazete deyip geçmemek gerekir. Bugün Yahudi’nin sahip olduğu basın -  yayın organları en kuvvetli savaş makinelerinden daha tehlikeli ve etkilidir. Basın-yayın yolu ile yaptığı propaganda sayesinde Yahudi saldırıyor, vuruyor, öldürüyor, yakıyor, yıkıyor ama elindeki,  özellikle Türkiye deki güdümlü basın sayesinde bunu tersine çevirebiliyor. Renkli ve güdümlü basını alıp evine, iş yerine götüren bir kişi işgalci zalimlerin bilmeden gönüllü propagandasını yapıyor demektir.
            İkinci olarak Allah için sevmeyi ve Allah içi buğuz etmeyi, yani (sevmemeyi - nefret etmeyi) bilen  insan tabii olarak Yahudi dostu masonları seçerek meclise göndermeyecek, böylece satılmış zihniyetlerin siyasi hayatına oyları ile son verecek, böylece onların yerine seçecekleri güzel insanlarla  milli bir meclis oluşacak, böyle bir mecliste elbette hayırlı hizmetler yapacaktır.
            Ya Rab! Senin lutfun da hoş, kahrın da hoştur. Islahları mümkün değilse Filistin’de, Irakta, Afganistan’da, Çeçenistan’da ve dünyanın başka yerlerindeki İslam düşmanlarını “Kahhar” ismi şerifin hürmetine kahrı perişan eyle, sen her şeyi en iyi bilen ve en güzel yapansın.
                         

22 Mayıs 2013 Çarşamba


                             GÜNÜMÜZDE DİN GİBİ GÖRÜLEN DEMOKRASİYE
                                                        ELEŞTİREL BİR BAKIŞ              
                                                       “Bu bir araştırma yazısıdır”            
                                                             -I-                                                                                                                                                                                        
             Demokrasi: Geçmiş asırlarda zorba hükümdarların zulümlerinden bıkıp, usanan insanlığın bu zulme tepkisi ve ayaklanmasıdır. İnsana hürmetin bilinmemesi yüzünden, bir çok haksızlıkların hâkim olduğu memleketlerde, zulmün her türlüsünden, vicdansızlığın en feci eseri olan insanın insan tarafından istismar edilmesinin her çeşidinden usanç duyanlar, bütün insanları kurtaracak bir rejim aradılar. Bunlar bilmediler ki hiçbir rejim kendiliğinden mutlak surette ne iyidir, ne de fena. Esas olan onu kullanacak insanın ruh ve ahlak yapısıdır. Sade bir vasıta olarak insanın hak ve hürriyetlerinin korunmasında demokrasi, en elverişli bir hukuk müessesesidir. Fakat bu müessesenin başarısı onu kullananların iyi niyetlerine bağlıdır. İyi niyet olmazsa demokrasilerden de, başka rejimlerden doğacak bütün fenalıkların doğması beklenebilir.
                       Batıda demokrasi, cemiyet için bir nevi dünya cenneti olarak tasarlanmış,
günümüz insanlığı da demokrasiyi bir din gibi benimsemiş bulunuyor. Zira bu rejim, eski monarşilerin zulmünü yıllarca çekmiş olan insanlığın kurtuluşu olmuştu. Demokrasi zorba idarelere karşı bir tepkidir. Ancak bu rejim onu kullananlardan olgunluk ve fazilet ister. Hatta idareye iştirak eden her ferdin ve de oy kullanan bütün halkın fazilet sahibi olması lazımdır.
Çünkü, bu yeni sistemde cemiyetin mesuliyetini fertler de teker teker yüklenmiş oluyorlar. Durum bu olunca demokrasinin ilk ve esaslı mahzuru ortaya çıkıyor, o da bu rejimde bilenlerle bilmeyenlerin bir olmalarıdır. Zira her vatandaş aynı oy hakkına sahiptir. (Cahille- Alim) (Filozofla-Çoban) (Harami ve anarşistle- Velinin) oy değeri bakımından bir farkı yoktur. Hayatının ruh ve mesleki bilgi bakımından en olgun dönemine ulaşmış bir hakimle- psikopat bir katil yan yana oy kullanıyor ve uygulamada bu oylar aynı değeri taşıyor.
Cemiyette her zaman bulunan menfaatçıların sayısı – olgun ve faziletli insanlardan daha fazla olduğundan, sayıları sebebi ile bu rejimde onlar ağır basacak ve toplumu hep kötüler idare edecektir. Ancak bu tenkit mutlak değildir; zira olgunlaşmış demokrasilerde halk yüzünü kendisini idare edenlere çevirebilir. Ancak genelde halka medya, partiler ve aydınlar yol gösterirler. Onlar iyi ile kötüyü fark edecek durumdadırlar ama, medya ve partilerin de kendi menfaatleri söz konusudur, bu sebeple doğruyu göstermeyebilirler de. Aydınların ise affedilemez taşkınlık ve ihanetleri zaman zaman görülebilir. Bu durumda demokrasi sadra şifa vermeyebilir ki Türkiye’de durum budur.
Gazete ve partiler, kültürün ve ahlakın kaynağı değildirler. Bazen gazete ve partilerin menfaatleri, halkın cehaletinden de beter olabilir. Bazen de halkın heyecanı ve samimi duyguları seçim cambazlığı arasında gizli teşkilatların, (Mason- rotary- lions gibi) ve despotik kuvvetlerin oyuncağı olabilir.
Demokrasi bütün bu sebeplerle geçici bir rejimdir. Örnek ve ebedi bir rejim değildir. Bu rejim sürekli değişen dünyamızda en uygun idare şekli bulunana kadar geçerlidir. Çünkü her yerde
Cahil – Alimden
Şahsi menfaat düşkünü – Faziletliden
Nefsine düşkün olan – Hizmet ehlinden kat kat fazladır. Bu yüzden çoğunluğun oyu her zaman haksızlık ve kötülükleri önleyemez. Demokrasilerde halk hakimiyeti bir paroladır. Gerçekte hakimiyet
    1-Sermayenindir.
    2-Sermayenin satın aldığı veya elinde olan gazetenin, televizyonundur.
     3-Üniversitelerin elindedir. Bunlar korkunç etkilerini halka ve genç nesle şırınga ederler.
Bütün bu ortamda halkın iradesi ayaklar altında değil midir? İşte bu şartlar altında demokrasi yolu ile toplumu selamete çıkaracak iktidarları aramak beyhudedir. Demokrasi sadece var olan düzeni iyi yürütmüş ve kontrol vasıtası olmuştur. O da ileri demokrasilerde. Kültürce geri ülkelerde bu da mümkün değildir.
             İslam idare şeklinin demokrasi olduğunu söylemek doğru değildir. Peygamberimiz (sav)     yine kendisinin seçtiği, istişareden anlayanlarla görüşüp danışarak karar verirdi. Bu kararda yine asıl olan kendisi idi. Hulefa-i Raşidîn döneminde de bu değişmemiştir.
           

                                                                                   -II-
            Para kuvvetinin, yani kapitalizmin hakimiyeti gibi, kominist idarelerin de HAKKIN hakimiyetini kurmaları mümkün değildir.
Birincisi: Demokrasi perdesi altında zenginlerin istibdadı,
İkincisi ise: Toplumsal adalet maskesi altında işçilerin istibdadıdır.
Zengini ihtirasından – Fakiri de zengine olan hasedinden kurtararak, insanlık sevgisi içerisinde, millet fertlerini ALLAH iradesine bağlayıp, yaşatacak iktidar ise HAKKIN Hakimiyeti ve halkın hükümetidir. Bu rejim, halkın ihtiraslarını millet emelleri doğrultusunda yok etmeye çalışan, bu uğurda nefsini feda etmeyi göze alan fedailerin rejimidir. Bu mücahitler halkın yanında Hak için olanlardır. Yoksa rejimin şekli onun hak rejim olması için yeterli değildir. Ancak, demokratik rejimde bu faziletli insanların iş başına gelmeleri daha kolay olur.
İlim – Sanat -  Ahlak – Din gibi insan ruhunun ideal kaynaklarının Allah’a doğru
ilerlemesi, demokrasilerde yön değiştiriyor ve hedefini bulamıyor.
            Günümüzde daha çok Yahudi ve mason davacısı olan demokrasi sistemi, Hakka yöneltici desteklerden kopmuş bir rejim halini almıştır.“Irak’a demokrasi getirme bahanesi ile, aslında Yahudi’nin güvenliğinin temini uğruna binlerce insanın öldürülmesinde olduğu gibi.”
                       Halka dayanan, halk tarafından kontrol edilen, ve fakar halkın yanında yer alan,           halkın dileklerini Allah’ın iradesine bağlamasını bilen kuvvet, en iyi hükümettir. Meşru hakimiyeti ancak o kurabilir ve toplumsal adalet ondan beklenebilir.
           SEÇİM: Demokrasinin temeli olan seçim mutlak bir hakikat kavramı değildir. İyi bir seçim hürriyet içinde yapılabilir.
Seçilecek kişilerde ihtisas aranmalıdır. Ayrıca ve en önemlisi seçilen kişinin bilgisini menfaatine feda etmemesi için, ahlak ve karakter sahibi olmalıdır. Yoksa onun halkı galeyana getirerek omuzlarda taşınmış olması yetmez, yani seçilecek kişide İlim – İhtisas ve fazilet olmalıdır. Seçilen insan şu veya bu kişinin veya bölgenin değil, umumun menfaatlerini gözetmeli.
Halkın oyu bir insan hakkıdır. Halk hür iradesi ile kendi hakkını (ilim-İhtisas ve fazilete) devretmelidir. Günümüzde ne yazık ki halkın oyunu yönlendirenler, gazete – t.v – partiler ve şarlatan adaylardır. Bu gün iyice tahlil ettiğimizde,  halkın oyunda,  halkın ruhundan bir zerre bile bulunamaz. Şayet öyle olmasaydı halk FARMASON dediği zihniyete iktidar yüzü gösterir miydi?
Modern rejim, halka kendi kendisini idare etme hakkı vermiştir; ama kendi kendini idare etmek ne demektir? Kimler kendi kendini idare eder?
Kuvvetliler gibi -  Zayıflar veya hastalar
Gençler gibi      -  İhtiyarlar veya acizler
Akıllılar gibi     -  Deliler veya aptallar
Namusluların yanında – Şerliler veya namussuzlar da kendini idare edeceklerdir.
Toplumda namuslu adamların ve âlimlerin sayısından çok, cahiller ve kötü ruhlu insanlar bulunduğuna göre, çoğunluğun idaresinde cehaletle, kötülüğün hakim olacağında şüphe yoktur.
Bu rejimle idare olunurken halk, kendi iktidarının kendisini nerelere kadar indirdiğini görecek durumda değildir. Ama kendi huzurunu bozan suç unsurlarının cemiyette çoğalması, ona zaman zaman yükseklerdeki bir otoriteyi aratmaktadır.
Yani demokrasilerde gelişme yukarıya doğru değil, fertlerin birbirini itmesiyle oluyor. Çünkü fertler yüksekte bulunan bir iradeden değil, aşağılarda bulunan çoğunluğun isteklerinden kuvvet alıyorlar.
Demokrasi ahlakı: Seçim günü vatandaşların hep beraber hürriyetlerini yaşadıklarını görürüz. Bu bir bayram günüdür. Fakat sonra… sonrası başlangıç kadar sevimli olmuyor. Halk kendini idare edecek temsilcilerini seçiyor. Temsil ne demek?  Temsil, kendini  seçenlerin iradesini, mecliste aynen, hiç değişiklik yapmadan kullanmak demek. Temsilcinin bu iradeyi değiştirmeye hakkı yoktur. Temsilci bir emanetçidir. Emanete sadık kalmazsa halkı dolandırmış olur. “Bugün biraz rahatlamakla birlikte, daha dün  örtü konusu – Kuran Kursları ve Kuran öğrenimi – İmam Hatip Liselerinin durumları halka, halkın istediği gibi yansımıyor.”Ayrıca temsil eden de insan, onunda istekleri, arzuları, hırsları vardır. Kibir ve gurur onu değiştirir, öyle değiştirir ki, bir zaman sonra asıl, vekilini tanıyamaz olur.
J. J. Rousseau, temsil teorisini münakaşa ederken: Vatandaşın vekilini seçtikten sonra, siyasi haklarını ona devrettiğini söyler. “Asıl, vekilini seçtikten sonra artık o yoktur” der.
Halkın idaresi daima çoğunluğun, o da aşağı tabakanın idaresidir. Alimin-Filozofun değil.Yani Demokrasi, bazılarının zannettiği gibi en iyi değildir.
Milletin ekseriyeti için demokratik olan rejim, azınlık için despotizmdir.
Demokrasi ahlakının temeli hürriyettir. İnsanların hak ve şahsiyetlerine karşı duyulan saygı tam oldukça ve bütün vatandaşlar bu saygı esasını bırakmadıkça, Demokrasi iyi işleyecektir.  Aksi halde bu rejim fazilet demek değildir.
Ancak bu gün bu saygıyı göremiyoruz. Halkı yönetenler kendi vatandaşının kılık ve kıyafetine müdahale ederek, saygısızlığı önce kendisi yapmaktadırlar. İkna odaları kepazelileri ile halka zulmedenler, bugün idare eden durumundadırlar. Bu anlayışta fazilet aramak beyhudedir.














18 Mayıs 2013 Cumartesi


 TAKVA

Takva ehli olmak nasıl bir şey ki?
En güzel Cennetler ona verilir.
Onlarda nasıl bir güzelli var ki?
Şehitlerle, âlimlerle haşrolur.

Bir Cennet ki gökler, yer kadar geniş.
Müslüman’a sunulur bu ne kadar hoş.
Takva ehli olan güzel insanlar,
Kulluğunu bilir gerisi bom boş.

İttikalı kullar cömert olurlar.
Bollukta da, darlıkta da verirler.
Faydalı bir  ilmi  gördüğü zaman,
Hiç düşünmez, onu hemen alırlar.

Takva ehli Hakkın yolundan gider.
Şirk değilse çok suçları affeder.
Nadiren de olsa sinirlenirse,
Lokmayı değil de öfkeyi yutar.

Muttaki insana Şeriat yoldur.
Hakkı tutar, mazlumları güldürür.
Konuşursa söylediği her sözü,
Ya Allah’tır ya da Resulullahtır.

İşte o güzel kul melek huyludur.
Kuran ve Sünnetler şaşmaz yoludur.
Rabbinin emrini öyle yaşar ki,
Sağdır ama ölmeden önce ölür.

ESİNLENİLEN SURE VE AYETLER:
Âl-i İmran Suresi 133-134. Ayetler.
------------------------------------------
İTTİKA…: Sakınmak, çekinmek ve bütün kötülüklerden kendini çekmek-
                    Takva ile amel etmek
MUTTAKİ: İttikalı- Takva sahibi.










9 Mayıs 2013 Perşembe


ÇANAKKALE  DESTANI

            Yakın tarihimizde milletimizin yazdığı Çanakkale Destanı, bu güne kadar eşine rastlanamayan, gelecekte de rastlanamayacak olan harikulade, akıl ve hafızalara durgunluk verecek boyutta bir olaydır. Bu savaş belki de dünyada ilk defa karada, denizde, havada aynı anda yapılan bir savaştır.
            “1911-12 de, daha düne kadar Osmanlı’nın eyaletleri olan, emri altında yaşayan Bulgar- Yunan- Karadağ gibi basit ve küçük devletlerin, devlet bile değil toplulukların ordularına balkan bozgunu ile yenilen Osmanlı Ordusu’nun, askerinin kırılan onurunu tamir etme şahlanışıdır Çanakkale. Nitekim cephede ağır yaralanan, yarasından oluk gibi kan akan subayın yarasını sarmaya çalışan askeri doktora, “ Ko aksın kanım, balkan hezimetinin rezilliğini ancak bu temizler.” diyerek itiraz etmesi, yarasını bile sardırmaması, Çanakkale Zaferinde Balkan bozgununun tesirini açıkça göstermektedir. Çünkü Balkan Savaşında yenilen ordu ile, Çanakkale’de destanlar yazan ordu aynı değildir.
            Aynı ruh halini İnönü Savaşında da görüyoruz: Çok iyi hazırlanıldığı halde askerin ağırlıklı bölümünün Eskişehir, Kütahya hattından daha kuzeye çekilmesi sonucu kaybedilen  birinci İnönü Savaşında,  durumu yerinde görmek içi cepheye gönderilen ve 12 kişiden oluşan TBMM heyetine bir binbaşının ağlayarak “ Komutanlarımızın askeri kuzeye çekmeleri, (düşmanın güneyden saldıracağı ısrarla söylendiği halde) körü körüne inat  ve daha birtakım sebeplerden dolayı sonuç alamadık. Aynı imkan tekrar verilirse zaferi kanımızla yazacağımıza emin olabilirsiniz” demesinde de görüyoruz. Nitekim II. İnönü Savaşının zaferle sonuçlanması ile de bu ispatlanmıştır.
            Allah korusun, Çanakkale geçilip, İstanbul a girilseydi, İstiklal Savaşımız bile olmazdı; zaten “mandacılar” güçlü devletlerin mandasını kabul etmekten bahsedip duruyorlardı. Onun için Çanakkale Savaşı deyince milletimizin her ferdinin göğsü kabarır.
            Çanakkale Zaferimiz üzerine çok araştırmalar yapılmış, yazılar, makaleler, kitaplar yazılmıştır. Bunlara baktığımızda şu hususları görmek mümkündür: Çanakkale Savaşı’nın yankıları bütün dünyayı etkilemiştir. Savaş iki yıl uzayınca İngiliz ve Fransız kamuoyunda savaşa karşı büyük bir tepki oluşmuş, milyonlarla ifade edilebilecek savaş bütçeleri bu devletlerin ekonomilerinin bozulmasına ve daha birçok büyük kayıplara uğramalarına sebep olmuş, bunun sonucu olarak (ölçüleri sadece madde olan) bu devletlerin halklarında büyük huzursuzluklar başlamıştır. Ayrıca Çanakkale’ye dünyadaki bütün Müslüman ülkeler ve halklar yardım etmişler, güç vermişlerdir. Çanakkale Zaferimiz hala milletimize bir moral, kimlik ve heyecan vermektedir.
            Savaşlar uzadıkça ödenen faturalar, verilen can kayıpları, “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” inancı ve anlayışına sahip olmayan ve değer ölçüleri sadece madde olan toplumlarda hep panik ve moral çöküntüsüne sebep olmuştur. Vietnam’da ABD’nin yenilmesinde, Iraktan aşağılık ve rezil bir şekilde kaçmalarında  hep yukarıda arz ettiğimiz hususların etkisi vardır. Bu sebepten dolayı Çanakkale Ruhu, milletimizin ve onun ayrılmaz bir parçası olan Ordumuzun en kıymetli hazinesi ve gurur kaynağıdır. Her fırsatta bu ruh ve manevi yön geliştirilip güçlendirilmelidir.
            Gazeteci Yazar Vahbi Vakkasoğlu: “Maalesef günümüzde Çanakkale Savaşlarındaki ruhu ve manevi gücü hafife alanlar var. Peki, Çanakkale Zaferi manevi güçle kazanılmadıysa söyler misiniz, dünyanın en güçlü devletlerinin, her türlü imkân ve güçleri ile saldırmalarına ne ile karşı koyduk? Dünyanın en güçlü devletlerinin İngiltere’nin, Fransa’nın en güçlü donanmalarına karşı hangi imkânlarla, hangi güçle, hangi donanmayla karşı koyduk? Ortada bir zafer var, düşmanın bile itirafı var, bu zaferi kazanan askerin durumu ortada, şayet Çanakkale Zaferinin kazanılmasında manevi bir yön yoksa bu zaferi nasıl izah edeceğiz?” diyor ve devam ediyor. “O savaş ortamında, metre kareye 6000 merminin düştüğü bir savaş ortamında, (insanoğlu insan olan) Mehmetçik nasıl hala insan olarak kalabilmektedir?”
            Bunu bakın bir İngiliz bakanı nasıl anlatıyor: “Biz alicenap İngilizler bile başımız döner, kendimizi kaybedip vahşileşir, savaş hukuku diye bir şey tanımazken bu Osmanlı nasıl hala bu ateşin ortasında insan olarak kalabiliyor? Esirlerimize nasıl hala misafir muamelesi yapabiliyor?” diyerek hayretini ve şaşkınlığını dile getirmektedir. Onun için diyorum ki, düşmanı bile hayretten hayrete düşüren bu manevi özelliklerimizi kaybetmemeliyiz. Çanakkale’de bütün imkânsızlıkların yanında yiyecek sıkıntısı da çekilmekteydi. Buğday, mısır, darı, süpürge tohumundan yapılan ekmekler yenirdi. Esir düşen düşman subaylarına Mehmetçik taze ekmeğini verirken kendisi taş gibi bayat ekmeği yiyordu. Bu durumu anlayamadığı veya zehirlenmekten korktuğu için kendisine verilen ekmeği yemeyen düşman subaylarını ikna etmek için Mehmetçik, önce onların ellerindeki ekmekten bir paça bölüp yiyerek onların da yemelerini sağlıyorlardı. Şimdi düşünelim, bu özelliğimizi hala koruyor muyuz?
            Eski bir Genel Kurmay Başkanımız “ Çanakkale’de Şehitliği gezerken, şehitlerin konuşmalarını duyuyor gibi oluyorum” demişti. Kalb gözü açık olanlara bu mümkün ama biz neyiz, hiç düşündük mü?
            Şayet Çanakkale’de manevi yön yoksa bu gün hepimizin bildiği ve daha önce de bir yazımda bahsettiğim ilgili komutan’ın rüyasını, bu rüyada Peygamber Efendimiz (sav) in işareti ile döşediği 26 mayın ve bu 26 mayının yaptığı tesiri ve bunun sonuçlarını nasıl izah edeceğiz? Sonuçta hepsi 26 mayın ama düşmana “Çanakkale geçilmez” dedirterek kaçıracak kadar muhteşem.
            Çanakkale’de bir asker bacağından yaralanıyor, yarası bacağını kaybedecek kadar ciddidir. Cephedeki imkânlarla fazla bir şey yapamayan sağlık görevlileri yaralı askerin arkadaşlarına, “şöyle bir gölge yere, bir ağaç altına taşıyın da hiç olmazsa son anını rahat geçirsin” diyorlar. Arkadaşları yaralı kahramanı teselli edecekler ama ne desinler?  Bir iki girişimden sonra şöyle diyorlar. “Şey Mehmet! Sen şehit oluyorsun, sana ne mutlu, şehitlerin duaları geçerlidir, dua ette biz de aynı mertebeye kavuşalım.” Yaralı askere arkadaşları taze bir ekmek getirirler, ye diye ısrar ederler, hatta bir parça bölüp ağzına verirler. Yaralı kahraman ekmeği yemez ve der ki “Ben ölüyorum, bu ekmeği yesem de bana bir faydası olmaz, israf olur. Siz bunu sağ olan birine verin de ona güç kuvvet olsun.” Evet işte bize lazım olan ruh budur. Ne dersiniz var mıdır şimdi bizde bu ruh?
            Çanakkale’yi geçemeyenler, Müslüman’a dışarıdan müdahale ve saldırı ile netice alamayacaklarını anladıkları için şimdi bizi içten yıkmak, yok etmek için büyük gayret içerisindedirler. Yıkmak istedikleri ilk ve en sağlam kale ailedir. Çünkü aile bozuldu mu nesil de bozulur. Çanakkale Zaferini kazanan Mehmetçiği yetiştiren aile ortamı idi. Şimdi milletimiz üzerinde çeşitli oyunlarla, içimizde açtıkları bir kısım cephelerden bu aile kalesine saldırılar yapılmaktadır. Maalesef biz de bu saldırılara TV’leri evlerimizin başköşesine oturtarak gönüllü talip olmuşuz.
            Memnuniyetle görüyoruz ki son yıllarda Çanakkale Zaferimiz hakkında birçok eser yazılmıştır. Şayet dedelerimizin yaptıkları olağanüstü başarıları merak ediyor ve okumakta… bize çok zor, pek çok zor gelmiyorsa!!! bu bilgileri ve daha başka bilgileri o eserlerde bulmamız mümkündür…
            Eğitim ve öğretim kurumlarımızı ıslah ederek, neslimize Çanakkale ruhunu aşılamaktan başka çözüm yolumuz yoktur. Cenabı Hak’tan, Milletimizi bu kutlu hedefe ulaştırmasını diliyorum.
           
           




1 Mayıs 2013 Çarşamba


                               AH ŞU TELEFONLAR

         Çocukluğumda köylüler  (o zaman ne olduğunu pek anlamadığım) birtakım sıkıntılar yaşarlardı. Mesela at sırtında eli çantalı, halktan biraz daha düzgün kıyafetli insanlar köye geldiklerinde, aileler çocukların önüne ne kadar hayvanları varsa katar, çok uzaklara yaymak, otlatmak için gönderirlerdi. Bazen da harmanlar öküzlerin veya atların çektiği dövenlerle sürülür, ama meydana çıkan buğdaylar bir türlü evlere taşınmaz, uzun süre bekletilirdi, yine o eli çantalı adamlar gelerek buğdayların bir kısmını kendi babalarının mallarıymış gibi alıp götürünceye  kadar, ancak ondan  sonra kalan buğdaylar evlere taşınırdı. Sonradan öğrendik ki o zaman hükümet zaten zor geçinen köylünün mahsulünden ve hayvanlarından vergi alırmış. Yine hatırlıyorum, her evden bir kişi zaman zaman köyü şehre bağlayan yolun yapımı için yol çalışmasına giderdi; hatta çocukluk çağını geride bıraktığım ilk gençlik yıllarımda  bir kere ben gitmiştim. 1950 li yıllarda, belki daha önce köy okullarını da köylülerin kendileri yaparlarmış. İşte benim de okuduğum ilkokul o şekilde babalarımızın, dedelerimizin yaptıkları bir okuldu. Doğrusu o zamanın şartlarına göre çok ta güzel yapılmış okullardı. Kalın taş duvarları, geniş sınıfları ve tahta kaplamaları tabanı, çinko kaplı çatısı ile içerisinde beş yıl okuyup istifade ettiğim ve tabi şimdi yerini başka yapıların aldığı güzel okulum hala gözlerimin önündedir. Jandarma karakolu ile bizin okul yan yana yapılmış, bahçeleri tel örgü ile ayrılmış, birbirine benzeyen iki bina idi. Sanıyorum birbirine çok benzemeleri, aynı elden çıkmış olmalarındandı. Bizim okulun bahçe duvarı taş, Jandarmanınki üç sıra dikenli telle çevrilmişti; ayrıca onların bahçelerinin en uygun yerine üst kısmı sivriltilmiş, kalınca ve dört beş parmak eninde dikine çivilenmiş tahtalardan yapılan süslü çitle çevrilmiş bir bölüm de vardı. Orada Jandarma Komutanı oturur, bazen misafirlerini de orada kabul ederdi. Askerlerin komutanlarının yanına geldiklerinde, topuklarını birbirine vurarak selam vermeleri çok hoşuma giderdi. O zaman köy karakollarının komutanları onbaşı, nadiren çavuş rütbesinde olurlardı.
            Jandarma karakolunun manyetolu bir telefonu vardı. Öğretmenimiz Ali Bey (Allah ona rahmet etsin) nasıl telefon edileceğini göstermek için bizi bazen oraya götürür “işte çocuklar şu telefonun ahizesidir…” diye devam eden telefonun nasıl edileceğine dair uzun uzun bilgiler verirdi. Telefonların bu günkü gelişimini bilseydi, ilçeye telefon hattı (tellerle) bağlı olan o ilkel şeyleri anlatıp öğretmek için onca zahmete girer miydi acaba?
            Karakola bu gidiş gelişlerimizde bazen askerlerin telefonla konuşmalarına da şahit olurduk; şahit olmak ne kelime daha bahçeden hatta uzaklardan “alo, aloo, jandarma, beni duyuyor musun, alooo…” diye telefon eden askerin sesini duyardık. Bir süre sonra köyümüze yapılan orman binasına daha gelişmiş telefon alındı. Zaman geçip çok partili döneme girilince (PTT) hizmetleri de gelişti, yaygınlaştı ama yine de telefon olan ev parmakla gösterilecek kadar az ve de ayrıcalıklıydı. Ta ki 1983 seçimleri ile ANAP si tek başına iktidar olup Turgut Özal Başbakan oluncaya kadar. O, bu işe çok önem verdi, telefon hemen hemen her eve girecek kadar yaygınlaştı, şimdi de ceplere girdi.
            Bu  cep telefonları bir harika, sanki dünya cebinizde. Şimdi artık başka şehirlerde oturan çocuklar aileleri ile her an görüşebiliyor, kızlar telefonla annesinden yemek tarifi alabiliyorlar. Onun için gurbet mefhumu anlamını kaybetti. Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’a
“Ayrılıktan yemiş tekme / Yakma gurbet onu yakma / Bekir’in burada olduğuna bakma / Bekir Konya’da Konya’da.” dedirten ruh ve gurbet acısı artık yok. Bence bu Edebiyatımız ve kültürümüz için bir kayıptır.
            Ancak telefonlar da yerli yerinde kullanılmalı ve telefon etme kural ve kaidelerine uyulmalıdır. Bir bakarsınız gece yarısı acı acı telefonunuz çalıyor, (Dikkat buyurun, bu acı acı sıfatı başka saatler için kullanılmaz ha, çünkü gece geç saatte çalan telefon genellikle olağan dışı bir haber bildirir, onun için gece çalan telefonlar herkesi endişeye sevk eder.) yüreğiniz gümbür gümbür atarak açarsınız telefonunuzu ki karşınızda kaba bir ses (doğruda, merhaba, iyi akşamlar falan demeden)  “alo  turan”  Yahut  “orası fırın mı -  veya kimsiniz vs…” De bakalım uyu artık uyuyabilirsen.
            Bazıları da var, telefonu çaldırıp kapatır, yani beni ara demek istiyor. Geçenlerde böyle bir telefon sapığına ben de rastladım. Çaldırıyor telefonumu, açmama fırsat bırakmadan kapatıyor. Bu hal beş altı kere tekrarlanınca mesajla “ kardeşim ben şu yaşta bir kişiyim benden sana ekmek yok” dedim de kurtuldum.
            Bir kısmı da var dikkatsiz. Açarsınız telefonunuzu, kibar bir ses “canım merhaba, görüşmeyeli nasılsın…” Tabi onun canı olmadığınızı anlatınca özür üstüne özür diler.
            Hele bazı araba kullanan sürücüler de var ki bir eli direksiyonda, öbür eli telefonla birlikte kulağında, yollarımızın trafiği malum, sürücülerimizin ehliyetlerinin kalitesi ortada.
            Geçenlerde yine telefonum çaldı, telefon numaram biraz düzgün de ondan mıdır nedir, yılışık, sulu, yalaka bir ses “siz …nın arkadaşısınız değil miii…” La havle deyip kapattım.
            Yani dostlarım teknoloji elbette iyidir ama, onu kullanmasını da bilmek gerek, aksi halde nimet olması gereken bir teknoloji, külfete dönüşüyor.