10 Ağustos 2013 Cumartesi

                                      “SAATİM DURMUŞ BEN UYUMUŞUM”

Baktım ki her zaman tiktakları hiç eksik olmayan, beni randevularım için uyaran, işime geç bırakmayan saatim durmuş.
“Biraz önce normaldi, ne oldu buna” dedim.
Saatin canı onu çalıştıran pilidir. Eskiden saatlerde pil yoktu, onun yerine zembereği kuran bir kol vardı, kol dedimse öyle kocaman bir şey sanmayın canım. Şöyle elle tutulup sağa doğru durana kadar çevrilen, raptiye başı gibi küçük bir şey. Duvara asılan, saat başlarında ve yarımlarda “din dan din dan” diye çalınca sesi ta komşudan duyulan duvar saatlerinin kurulması, kelebek gibi zarif bir anahtarla yapılır, ama onların sesleri de pek rahatsız edicidir. Daha sonraları kol sallandıkça kendiliğinden kurulan kol saatleri çıktı. Evet ilk zamanlarda revaçta olan saatlerde ortadan kalkmış, insanın kolu, kurma kolu haline getirilmişti ama geceler ne olacaktı? O geceler ki insanlar onda küçük ölümü yaşarlar. Uyku hadisesi ölümden sonraki hayatı anlatmanın en kestirme yoludur; çünkü ikisi arasında büyük benzerlikler vardır. Birinde insan yatağından uyanarak kalkar, öbüründe mezarından. Ne var ki bu kalkışların sonuçları farklıdır, dünyalar değişiktir çünkü. Birinde insan hiçbir şey olmamış gibi her zamanki hayatına devam ederken, öbüründe yeni bir hayat başlamıştır. Bu hayatta mizan kurulacak, hesaplar görülecek, dünyada yaptığımız ve yapmadığımız her fiil ve hareketimizden hesaba çekileceğiz, her şey hiç eksiksiz karşımıza çıkacak. Zalimin yanında mı yer aldın, yoksa mazlumdan yana mı? Gazze bombalanırken, Bağdat yakılıp yıkılırken, Afganistan kan ağlarken, Çeçen Mücahitleri 400 yıldan beri  bağımsızlık mücadelesi verirken ve şu anda Suriye’de, Mısır’da hak-batıl mücadelesi devam ederken sen ne yaptınsa işte bunların hepsi öteki dünyada karşımıza çıkacak.
Evet kol sallandıkça kurulan, fakat geceleri problem olabilecek saatlerden sonra pille çalışan saatler çıktı. Günümüzde bu saatler daha çok kullanılıyor. Yani saatin canı küçücük pillerdir artık, o bitti mi saat çalışmaz, hareketsiz, cansız beden gibi öylece kalır. Artık o bir metal parçasıdır, bir işe yaramaz.
Saatimin pilini ne zaman taktırdığımı hatırlamıyorum, galiba birkaç yıl oldu. O günden beri hiç durmadan görev yapan saatim şimdi sessiz, mahzun, boynu bükük öylece duruyor. Onu elime aldım, evirdim çevirdim, salladım, bir doktorun hastasının kalbini dinlemesi gibi kulağıma götürüp sesini dinledim. Günümüzde saatler bir harika, sesi az çıktığı için belki işitemem diye saniyesine baktım, yok işi bitmiş. İşte o zaman o kaçınılmaz olan malum sonu tekrar hatırladım ve benliğimi bir hüzün kapladı. Her şeyin bir ömrü yani sonu olduğuna göre, harikülade yaratılmış, en şerefli bir varlık olan insana hayatiyet veren kalbin de bir ömrü vardır. O da bir gün şu elimdeki saat gibi aniden duracak. Göz görmez, kulak duymaz olacak, beden hareketsiz kalacak ve dil lal olacak. Evet bu bir gerçek. Peki o zaman benim halim ne olacak?
Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda babamın kapaklı, gümüş kaplı bir saati vardı, onu kullanırdım. Rakamları Arapçaydı ama ben o yaşta o rakamları da okumasını bilirdim. Pantolonumun kemer hizasının altında, sağ tarafta bozuk para cebi olarak yapılan küçük cebe koyduğum gümüş kaplamalı saatimi kurumla çıkarır, köstek takma yerindeki küçük düğmeye baş  parmağımın tırnağının üst kısmı ile basarak kapağını açar, saatin kaç olduğunu öğrendikten sonra arkadaşlarımla buluşma yeri olan şehrin kuzeyinde, bizim köy tarafındaki küçük tepeye doğru hızla yürürdüm.   
Eskiden gurbet anlayışı daha farklı, gurbet daha yakıcıydı. Şairler gurbet üzerine şiirler yazar, ozanlar sazları ile gönüller yakan maniler, türküler söylerlerdi. Köyümüzle aramızda en fazla otuz km mesafe vardı ama yine de kendimizi çok uzaklarda,  gurbette gibi hisseder, köyümüzün olduğu tarafa özlemle bakmaktan garip bir haz duyardık. Sevgili köyümüzün bulunduğu yöndeki dağlar, ormanlar, tepeler, hatta bulutlar bile bize güzel görünürdü. Belki de o gümüş cep saatimi, beni sılaya bağlayan randevu yerine zamanında yetiştirdiği için çok severdim.
Aradan yıllar geçti, şimdi siyah ekranlı kol saatimin durduğunu görünce  yine bir tuhaf oldum.Ya aynen saatimin sesine benzeyen kalbimin sesi de duyulmaz olursa? Bütün ömrüm gözlerimin önünden geçti, aman Allah’ım ne kadar da “şimdi olsa aynı şeyi yapmazdım” diyebileceğim yanlışlıklarım olmuş… vaah, vah ki vah…
Rabbim! En şerefli mahluk olarak yarattığın kullardan bir aciz kulunum. Bedenimden bu can çıkmadan sana yalvarıyor ve senden istiyorum. Lutfunla hayata gözlerimi açtığım günden bu güne kadar gözümle, kulağımla, dilimle ve bütün azalarımla işlediğim her türlü günahlarıma tövbe ettim, bir daha aynı şeyleri yapmamaya azmettim, ne olur geçmişimizi bağışla, gelecekte rızana uygun yaşamayı bize nasip eyle…
Amin…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder