“SAATİM DURMUŞ BEN UYUMUŞUM”
Baktım ki her zaman tiktakları
hiç eksik olmayan, beni randevularım için uyaran, işime geç bırakmayan saatim
durmuş.
“Biraz önce normaldi, ne oldu
buna” dedim.
Saatin canı onu çalıştıran pilidir.
Eskiden saatlerde pil yoktu, onun yerine zembereği kuran bir kol vardı, kol
dedimse öyle kocaman bir şey sanmayın canım. Şöyle elle tutulup sağa doğru
durana kadar çevrilen, raptiye başı gibi küçük bir şey. Duvara asılan, saat
başlarında ve yarımlarda “din dan din dan” diye çalınca sesi ta komşudan
duyulan duvar saatlerinin kurulması, kelebek gibi zarif bir anahtarla yapılır,
ama onların sesleri de pek rahatsız edicidir. Daha sonraları kol sallandıkça
kendiliğinden kurulan kol saatleri çıktı. Evet ilk zamanlarda revaçta olan
saatlerde ortadan kalkmış, insanın kolu, kurma kolu haline getirilmişti ama geceler
ne olacaktı? O geceler ki insanlar onda küçük ölümü yaşarlar. Uyku hadisesi
ölümden sonraki hayatı anlatmanın en kestirme yoludur; çünkü ikisi arasında
büyük benzerlikler vardır. Birinde insan yatağından uyanarak kalkar, öbüründe
mezarından. Ne var ki bu kalkışların sonuçları farklıdır, dünyalar değişiktir
çünkü. Birinde insan hiçbir şey olmamış gibi her zamanki hayatına devam
ederken, öbüründe yeni bir hayat başlamıştır. Bu hayatta mizan kurulacak, hesaplar
görülecek, dünyada yaptığımız ve yapmadığımız her fiil ve hareketimizden hesaba
çekileceğiz, her şey hiç eksiksiz karşımıza çıkacak. Zalimin yanında mı yer
aldın, yoksa mazlumdan yana mı? Gazze bombalanırken, Bağdat yakılıp yıkılırken,
Afganistan kan ağlarken, Çeçen Mücahitleri 400 yıldan beri bağımsızlık mücadelesi verirken ve şu anda
Suriye’de, Mısır’da hak-batıl mücadelesi devam ederken sen ne yaptınsa işte bunların
hepsi öteki dünyada karşımıza çıkacak.
Evet kol sallandıkça kurulan,
fakat geceleri problem olabilecek saatlerden sonra pille çalışan saatler çıktı.
Günümüzde bu saatler daha çok kullanılıyor. Yani saatin canı küçücük pillerdir
artık, o bitti mi saat çalışmaz, hareketsiz, cansız beden gibi öylece kalır.
Artık o bir metal parçasıdır, bir işe yaramaz.
Saatimin pilini ne zaman
taktırdığımı hatırlamıyorum, galiba birkaç yıl oldu. O günden beri hiç durmadan
görev yapan saatim şimdi sessiz, mahzun, boynu bükük öylece duruyor. Onu elime
aldım, evirdim çevirdim, salladım, bir doktorun hastasının kalbini dinlemesi
gibi kulağıma götürüp sesini dinledim. Günümüzde saatler bir harika, sesi az
çıktığı için belki işitemem diye saniyesine baktım, yok işi bitmiş. İşte o zaman
o kaçınılmaz olan malum sonu tekrar hatırladım ve benliğimi bir hüzün kapladı.
Her şeyin bir ömrü yani sonu olduğuna göre, harikülade yaratılmış, en şerefli
bir varlık olan insana hayatiyet veren kalbin de bir ömrü vardır. O da bir gün
şu elimdeki saat gibi aniden duracak. Göz görmez, kulak duymaz olacak, beden hareketsiz
kalacak ve dil lal olacak. Evet bu bir gerçek. Peki o zaman benim halim ne
olacak?
Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda
babamın kapaklı, gümüş kaplı bir saati vardı, onu kullanırdım. Rakamları Arapçaydı
ama ben o yaşta o rakamları da okumasını bilirdim. Pantolonumun kemer hizasının
altında, sağ tarafta bozuk para cebi olarak yapılan küçük cebe koyduğum gümüş
kaplamalı saatimi kurumla çıkarır, köstek takma yerindeki küçük düğmeye baş parmağımın tırnağının üst kısmı ile basarak
kapağını açar, saatin kaç olduğunu öğrendikten sonra arkadaşlarımla buluşma
yeri olan şehrin kuzeyinde, bizim köy tarafındaki küçük tepeye doğru hızla
yürürdüm.
Eskiden gurbet anlayışı daha
farklı, gurbet daha yakıcıydı. Şairler gurbet üzerine şiirler yazar, ozanlar
sazları ile gönüller yakan maniler, türküler söylerlerdi. Köyümüzle aramızda en
fazla otuz km mesafe vardı ama yine de kendimizi çok uzaklarda, gurbette gibi hisseder, köyümüzün olduğu
tarafa özlemle bakmaktan garip bir haz duyardık. Sevgili köyümüzün bulunduğu yöndeki
dağlar, ormanlar, tepeler, hatta bulutlar bile bize güzel görünürdü. Belki de o
gümüş cep saatimi, beni sılaya bağlayan randevu yerine zamanında yetiştirdiği
için çok severdim.
Aradan yıllar geçti, şimdi siyah
ekranlı kol saatimin durduğunu görünce yine
bir tuhaf oldum.Ya aynen saatimin sesine benzeyen kalbimin sesi de duyulmaz
olursa? Bütün ömrüm gözlerimin önünden geçti, aman Allah’ım ne kadar da “şimdi
olsa aynı şeyi yapmazdım” diyebileceğim yanlışlıklarım olmuş… vaah, vah ki vah…
Rabbim! En şerefli mahluk olarak
yarattığın kullardan bir aciz kulunum. Bedenimden bu can çıkmadan sana
yalvarıyor ve senden istiyorum. Lutfunla hayata gözlerimi açtığım günden bu
güne kadar gözümle, kulağımla, dilimle ve bütün azalarımla işlediğim her türlü
günahlarıma tövbe ettim, bir daha aynı şeyleri yapmamaya azmettim, ne olur geçmişimizi
bağışla, gelecekte rızana uygun yaşamayı bize nasip eyle…
Amin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder