27 Şubat 2013 Çarşamba


                                     EDEP

            “Sakın terk-i edepten, güyi mahbubu hüdadır bu.
            Nazargahı İlahidir, makam-ı Mustafadır bu.
            Muradı edep kastıyla gir Nabi bu dergaha.
            Mataf-ı kudsiyadır, püsergah-ı Enbiyadır bu.”
           
            Divan şairlerimizde Nabi,  bir Osmanlı Paşası ile Hacca gitmek üzere yola çıkarlar. Vasıtaları devedir ve nöbetleşe binmektedirler. Deve üzerine yapılan, hevdeç denen ve  binicisinin ayaklarını uzatarak oturabileceği  kadar genişlikte bir gölgelikte  iki arkadaş günlerce yol aldıktan sonra nihayet Medine’ye yaklaşırlar. Bu arada deveye binme sırası paşadadır ve paşa binek üzerinde ayaklarını uzatmış olarak oturmaktadır. Bu oturuş şekli ile ayakları Medine’ye, yani Resulullah’ın mübarek kabrinin olduğu tarafa doğru gelmektedir. Bu hal Şair Nabi’nin hassas kalbine, ince,  zarif anlayışına uygun düşmez,  bu durumu edebe aykırı bulur ve yukarıya aldığım dörtlüğü irticalen ( o anda, hiç hazırlıksız olarak) söyler.
Mana olarak şöyledir:  Edebi terk etmekten sakın, -yani edepsizlik etme.- Burası Allah kelamının indiği yerdir.
            Allah’ın nazargahı, Muhammed Mustafa’nın da makamıdır.
            Bu dergaha girerken maksadın ve muradın edepli olmak olsun.
            Kutsal tavaf yeri ve bütün peygamberlerin de saygı duyduğu yerdir burası.
            Paşa bu beyti dinleyince, ayaklarını toparlayıp, “Nabi bir daha okusana şunu” der. İkincisini de dikkatle dinledikten sonra, “Nabi ben de ineyim vallahi artık binekli olarak gidemeyeceğim “der. Deve yedeklerinde olduğu halde Medine’ye iyice yaklaştıklarında aynı beytin Mescidi Nebi’nin minarelerinden sala olarak okunduğunu duyunca şaşkınlıkla birbirlerine bakarlar. Nabi, “ Paşam vallahi ben bu işin sırrını öğrenmeden duramayacağım,” diyerek koşar ve minarenin kapısında müezzini beklemeye başlar. Müezzin inimce ona “Biraz önce okuduğun neydi?” der,  ama müezzin hiç cevap vermeden yürüyüp gider. Nabi tekrar önüne vararak, ikinci defa  aynı ricada bulunur, aldığı cevap, “Bazı şeyler söylenmez olur ve müezzin yine yoluna devam eder. Nabi koşarak takrar önünü keser ve der ki, “yahu, bu beyti yarım saat önce ilk defa ben söyledim, bu benden sadır oldu ve yanımda da siz yoktunuz, siz bunu nerden biliyorsunuz? Müezzin ilk defa Nabi’ye dikkatle bakar ve “Yoksa sen Nabi misin?”Der. Evet cevabını alınca da, “O zaman sana müjdeler olsun, sabah namazından sonra mescitte uzanmıştım, rüyamda Resulullahı gördüm ve bana dedi ki! “Nabi çok yangın olarak geliyor, bu beyitle onu karşıla.”















20 Şubat 2013 Çarşamba


                                                     ANA HAKKI

            Elbette genellemek mümkün ve doğru değil ve elbette her meslekte olduğu gibi doktorlarda da elleri öpülmeye layık olanlar çoktur. Ancak insan hayatı ve sağlığı ile doğrudan ilişkili olduğu için sağlık kurumları, başta doktorlar olmak üzere sağlık elemanları diğer meslek mensuplarından daha gayretli, sabırlı, özverili olmak durumundadırlar, çünkü olay doğrudan insan hayatı ile ilgilidir hele de konu doğum hadisesi olunca.
            Doğum olayında anne adayı 9 ay 10 gün sürekli hastadır. Evet hastalığı belli ama bu belirli olan keyfiyetin farkında olunmasaydı, hamile olan bir kadın 9 ay hastaneden ayrılamazdı. Doktorların polikinlikleri önünde birikmiş olarak sıra bekleyen, birbirleri ile sürekli “ben önce geldim, sen daha sonra geldin” gibi münakaşalar yapan, hemşirelerin “lütfen gürültü yapmayın, biraz daha sessiz olun” diye zaman zaman uyardıkları insanların hiç biri hamile bir kadından daha rahatsız değildir.
            Doğum hadisesi çok ciddi bir olaydır, çünkü bu olayla dünyaya yeni bir varlık, Allah’ın en şerefli mahluk olarak yarattığı yeni bir insan gelmektedir. Bu öneminden dolayı doğum sebebi ile ölen kadın “şehit” lik mertebesini kazanmaktadır. Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür. Doğum sebebi ile ölen kadın şehit olduğuna göre, doğum yapma hadisesi savaş kadar zor ve sağ salim doğumdan çıkmak gazilik kadar şereflidir. Durum bu olunca, 9 ay bekledikten sonra, sancılar içerisinde kıvranan, bir anını boşa geçirmek istemeyen, her boşa geçen dakikanın umut bağladığı yavrusunun sağlığı ile doğrudan ilgili olduğunu bilen anne adayı ve ailesinin hastane kapılarından ilgisizce geri çevrilmelerinin ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz?                      
         ANA HAKKI
Eline diken batsa, oy anam diyen yavru,
Annen seni aylarca meşakkatle taşıdı.
Uçan kuştan ve yelden, kem nazardan korudu.
Günün bir saatinde yahut gece yarısı
Karnından bıçaklarla açılan pencereden,
Şikayetsiz, sitemsiz, fütursuzca doğurdu.
Ve bağrındaki pınardan seni her an doyurdu.
Bu yüzden ey dünyaya gelmeyi göze alan,
Sıkılsan, öfkelensen, bunalsan da sinirden,
Sakın “öf bile deme” öyle buyurdu Hüda’n.
Çünkü o, ayağında Cennet-i Âlâ olan,
Varlığının sebebi anandır senin anan.

Yemesi bir işkence, içmesi sıkıntıydı,
Ama sağlığın için o yemek zorundaydı.
Sahi sen, yıl ne kadar süredir bilir misin?
İşte annen yılları üst üste koyaraktan,
Gece ve gündüzüyle ömrünü sana verdi.
Senin için ağladı, senin yerine güldü.
Bu durum ve şartlarda dünyaya gelen yavru,
Sakın ona “öf deme” Rabbin öyle buyurdu.
Çünkü o senin için her mihnete katlanan,
Ve ayaklarında Cennet-i Âlâ olan
Varlığının sebebi anandır senin anan.

İşte  yukarıdaki şiirin yazılmasına vesile olan torunumun doğumu ile gece yarısı hastane hastane dolaşma sıkıntısını biz de yaşadık. Kızım Bahar Hastanesinin ilgili bölümünün hastasıydı. Genel olarak memnun olmakla birlikte doktoru çok yoğun olduğu için …….. Hastanesi doktorlarından N…. Hanım’ın hastası oldu. Beş altı ay ona gitti geldi, tabi ki bu gidiş gelişler ve yapılan masraflar son gün yani doğum anı içindi.
Aslında devlet hastanelerinin on-yirmi yıl önceki gibi olmadığını, ilgi, alaka, bakım, ihtisas ve donanım yönlerinden özel hastanelerden geri kalmadıklarını biliyorduk ama bayan doktor tercihimiz olduğu için özele gidilmişti. Neyse vakit saat gelince hastane ve arkasından doktor arandı. N….. Hanım “siz hastaneye gidin ben geliyorum” deyince güvenerek ve sevinçle hastaneye gidildi ama  ne yazık ki doktor hanım gelmediği gibi bir de “kuvöz” yok demezler mi. “Kardeşim biz bu hastanenin hatasıyız, doktorumuz da N…… Hanımdır, şu kadar süreden beri biz buraya gelip gidiyoruz, “kuvöz” yoksa niçin bizi kabul ettiniz  vs dendi ise d e nafile.. Haydi oradan bir başka hastaneye, olmadı üçüncüsüne tam saat 03,30 dan 06,30 a kadar…. buna can dayanmaz ama anne canı dayanıyor demek ki…………………………. …………………………………………………………………..
Bu  arada doğum süresince ve hastanede kaldığımız sürece her şeylerinden son derecede memnun kaldığımız DORUK hastanesinin doktorları ve tüm görevlilerine, doğum sonrası bebekte görülen sarılık sebebi lie iki günden fazla bizi misafir gibi kabul edip ilgi ve alakalarını esirgemeyen MUAMMER AĞIM GEMLİK DEVLET HASTANESİ doktor ve tüm personeline sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.
İyi ki iyiler de var, onlar da olmasa dünya yaşanmaz olurdu...

17 Şubat 2013 Pazar


                                            COCA COLA’NIN ZARARLARI

            Daha önce aynı konuyu bir kere daha işlemiştik. Coca Cola’nın zararları o kadar fazla  ki sürekli bu konuya değinmekte büyük faydalar olduğu kanaatindyim. Coca Cola’nın aşağıda sıralayacağımız sağlık yönünden zararlarının yanında Amerika ve İsrail’in bütçelerine yaptığı katkı sebebi ile tükettiğimiz her Coca Cola şişesine verdiğimiz paranın yine kendimize kurşun olarak geri dönmesi keyfiyeti vardır ki bu daha tehlikelidir. Değerli arştımacı doktorlarımızın ve sağlık uzmanlarımızın bu konudaki görüşlerini ve ulaştıkları sonuçların birkısmını maddeler halinde sunuyorum. Bu bilgileri bir başkasına ulaştırmanızı dilerim.
1-İçilen bir Coca Cola ile ilk on dakikada kana on çay kaşığı kadar şeker girer, bu normal günlük dozun 100 katıdır, buna rağmen bulantı olmaz, bunun sebebi içerdiği fosforik asittir. (Gazze’de uluslar arası yasak kapsamına giren Fosfor Bombası ile öldüren Siyonist zihniyet Coca Cola içerisinde de Fosforik asitle öldürüyor.)
2-İlk 20 dakikada şekeriniz aşırı şekilde yükselir. Bunun sonucu Pankreasa aşırı derecede insülün salgılanır ve kan şekerinin fazlası Karaciğer de yağ olarak depolanır.
3-40 Dakika içinde kafeinin tamamı dolaşıma girer. Kan basıncı yükselir. Karaciğer de daha fazla şeker yapılarak kana geçer ve kan şekeri tekrar yükselir.
4-45 Dakik içinde beyinde depamin yapısı artar, mutluluk hissi başlar, eroinin etkisine benzer bir etki meydana gelir ki bnun sonu bağımlılıktır.
5-60 Dakika içerisinde ani açlık hissi oluşur, kişi tekrar kola ya ve tatlıya saldırır.
6- Bu kısır döngü devam ettiği süre Karaciğer ve Böbrek yağlanması artar, vücudun tüm hücrelerinde LEPTİN ve İNSİTLİN direnci gelişir. İşte şimdi şişmanlık hastalığı başlamıştır, bu ise bütün dejeneratif hastalıkların sebebidir.

                                 COCA COLA BÖYLE KATLEDİYOR

            a-Coca Cola’nın yaptığı reklamlardan birinde “Coca Cola iç, İsrail’i destekle”  diyor ve devam ediyor, “ABD ürünlerini destekleyerek, İsrail’e destek verin.”
            b-Belçika da, Sağlık Bakanlığının bu ürünü içenlerde ciddi zehirlenmeler görüldüğünü ve bu içeceğin içerdiği maddeler sebebi ile alyuvarların eridiğini, dolayısı ile kansızlık meydana geldiğini bildirmiştir.
c-Coca Cola dan elde ettiği kârın yarısını her yıl İsrail Ordusuna aktardığını yetkililer açıkça söylemektedirler.
d-Hindistan ve Letonya Coca Cola’yı memleketlerinde tamamen yasaklamışlardır.
e-Coca Cola firması Filistin’de, Gazze’de katliam yapan, (yarın Arz-ı Mevud toprakları üzerinde yaşayan insanlar ve dolayısı ile Türkiyede de katliamlar yapacak olan) İsrail’in en büyük destekçisidir.
f-Malesef  bu içeceği en çok tüketen de Müslüman ülkelerdir. Yani Müslümanlar kendi paraları ile İsrail’e uçak-tank-silah-bomba vb alıyorlar, o silahlar da yine kendilerinin üzerlerine yağıyor.
g-Daha önce içerisinden böcek-sinek-fare-sigara izmaridi ve naylon parçaları çıkan, içerdiği E 211 (Sodyum benzod) maddesi sebebi ile siroz ve DNA bozukluğuna sebep olan ve gelirlerinin % 50 sini Siyonist İsrail’e aktardığını açıklayan Coca Cola’nın içerisinden bu sefer de çöp çıkmıştır. Belge dağıtım bu durumu Coca Cola sorumlusuna bildirince “olur böyle şeyler “ diye pişkin pişkin cevap vermiştir. Bu olay üzerine Coca Cola ve Pepsi Cola  firmaları hakkında davalar açılmıştır.
h-Şimdi de (0) sıfır şeker yalanı ile piyasaya sürülen Coca Cola ve Pepsi Colalarda değişen bir şey olmadığı görülünce, tüketiciyi yanıltma ve aldatmaları sebebi ile, bu gerekçelerle “Rekabet Kurulu” tarafından 60 bin YTL para cezasına çarptırılmıştır.
Coca Cola’nın hem insan sağlığına zarar verdiği, hem de kârını İsrail’e aktararak Filistin’li kardeşlerimizi yıllardır katlettiğini hatırlatan Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Nazım Kaya şunları söylüyor: “Coca Cola ve Pepsi Cola içerek, ABD malları kullanarak Filistin’li Kardeşlerimize zulüm götürmeyiniz. İşte sadece bu sebepten dolayı bile Coca Cola ve benzeri içeceklerin yurdumuzda yasaklanması gerekir. Zar zor çocuklarımızın cebine koyduğumuz harçlıkların, masum insanların üzerlerine bomba olarak yağmasına izin vermemeliyiz. Bizlere ve Müslüman kardeşlerimize zulüm olarak geri dönecek olan bu ve benzeri bütün ürünleri  almayın, kullanmayın.”

14 Şubat 2013 Perşembe


                                                                        AYDIN

            Aydın: Entelektüel demektir. Entellek  mastarından (kökünden) gelmektedir.
            Entellek: Beyin-Zihin-Akıl-Kudret-İrade ve uyanıklık anlamına gelir, Farsçaya, ordan da dilimize geçmiştir.
            Ali Şeriati’nin küçük hacimli fakat büyük muhtevalı AYDIN diye bir kitabı var. Bugünkü yazıma ondan alıntılarla başlamak istiyorum. 
Diyor ki Ali Şeriati: “ Kendini tanımayan toplumunu da tanıyamaz ve kalkınmayı gerçekleştiremez. Aydın önce kendini tanımalı, kökenini, tarihini, nereden geldiğini bilmelidir.”
            “Aydın toplumu taşımak istediği yolları önce kendi yürümeli, sonra yürütmelidir.”
“ Her tahsil yapan entelektüeldir ama aydın değildir. Gerçek aydını tanımak için  baktığımızda, Avrupa dışındaki ( Asya-Afrika-Latin Amerika) aydınlarının, Avrupa aydınlarının bir kopyası, fotokopisi gibi olduğunu görürüz.”
“Bizdeki aydınlar asimile olmuş, (bilinçli veya bilinçsiz olarak bir başkasının yaşayış biçimini taklit etmiş) görünmektedirler. Yahut Alinasyona uğramış, ( Kendi benliğini unutma, farkında olamama veya benimsememe) gibi durumlarla karşı karşıya görünmektedir.”
“Bir insan dinini, edebiyatını, duygu, ihtiyaç ve acılarını kendi kültürü yolu ile duyar. Kültür, toplumun gerçek varlığının göstergesi ve üst yapısıdır, kısaca kültür, toplumun  tarihidir. Ancak bazı kötü niyetli kişi ve akımlar vasıtası ile bazen gerçek kültür yok edilirken, onun yerine yabancı kültür ikame edilir. Bu durumda  artık sen kendi kültürünü arasan da bulamazsın…”
“Bugün aydınlarımız ve entelektüel tabaka, kendilerini Amerika’nın- Fransa’nın-İngiltere’nin bir ferdi gibi görüyor ve öyle davranıyorlar.” Ana- Babaların İngilizce sevdası yüzünden bu gün ilkokula giden çocuklar bile İngilizceyi kendi ana dilinden üstün görmekte, hastalara bile şifa veren, tedavi eden kendi müziğimizi değil, onların gürültülerini dinlemektedirler.
“ Avrupalı olmayan toplumlar, Avrupalı toplumlar tarafından yabancılaştırıldı. Yani doğulu aydın doğulu gibi duymaz, doğulu gibi üzülmez, doğulu gibi ümit etmez oldu.”
            Evet böyle diyor Ünlü Sosyolog Ali Şeriati. Sanki günümüz Türkiye’sindeki bazı  aydınları tarif etmiş, anlatmış, bu kitabı onlar için yazmış gibi......








12 Şubat 2013 Salı


      NOT: 2008 Yılında yazdım gazete köşe yazımdır. Bugün de durum fazla farklı değil.                                                   

                                                          AÇLIK

            Benim ilkokul - ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda “Türkiye bir tarım ülkesidir, nüfusunun %82 si köylüdür” derlerdi. O yıllardan bu yana sürekli köylümüz şehlere taşındı,  çünkü köydeki yaşama şartları düzeltilemedi. Tarımla uğraşan köylünün onca emekle elde ettiği ürünü para etmedi. Köye yeteri kadar hizmet götürülemedi, “Köylü milletin efendisidir” dendi ama zaman içinde gelen iktidarlar bu efendiliğin icabını köylüye veremedi, köylü hep ikinci sınıf insan sayıldı, horlandı. Sonunda köylü de şehirli olmaya karar verdi ve şehrin yolunu tuttu. Tuttu da ne oldu? Bir güzel düşünürümüzün “ Yamadık dinimizi, yırtarak dünyamızdan – Sonunda din de gitti, dünya da gitti elimizden.” dediği gibi, orada da taşralı dendi bu efendiye. Cengiz Aytmatov’un “Elveda Gülsarı- Gün Ola Ömre Bedel ” gibi eserlerinde ustalıkla işlediği “Sarı Özek Bozkırı” gibi köydeki o ne eksen bitecek verimli geniş araziler ekilmedi. Zaten doğu illerimizde sadece hayvanlara kışın yedirecekleri ot elde etmek için boş bırakılan geniş arazilere, köyden şehre taşınan insanların toprakları da böylece ilave edilmiş oldu. Tabi bu politikalarla Türkiye ne tarım ülkesi olabildi ne de sanayi ülkesi.
            Bu günlerde yazarlar, çizerler, gazeteciler, yarını düşünen insanlar, (milletin tarımsal geleceğinden doğrudan ve birinci derecede sorumlu olan Tarım Bakanlığı hariç) herkes tarım ürünlerindeki artıştan, özellikle buğday üretiminin ihtiyacımızı karşılayamadığından ve bunun sonucu olarak ekmeğe yapılan zamlardan bahsediyor ve muhtemel bir açlıktan endişe duyuyorlar. Daha dün 250 krş. a bir ekmek alınabiliyordu, şimdi 500 krş. luk ekmek bile yok oldu. Gramaj düştü, fiyatlar arttı. Ekmek insanların ana gıda maddesidir. Zaten zor geçinen ve her gün evine 5 – 10 ekmek götüren insanlar bu durumda ne yapacaklar. Ekmek aslanın ağzındaydı, şimdi midesine indi. Ekmek kutsaldır. Böyle olduğu için insanlar ekmeği öpüp alnına götürerek ekmek üzerine yemin ederler; onun için milletin ekmeği ile oynanmamalıdır.
            Şöyle bir düşünelim, bu gün ekmek niçin pahalı,? Buğday fiyatları arttığı için. Bunun çözümü elbette üretimi artırmaktır değil mi, başka yolu yok. Sakın ithal de edilebilir demeyin. Hiç kimse buğday ithal etmeyi düşünmemeli, çünkü buğday ithali hem çözüm değil, hem de dötr mevsimi hakkı ile yaşayan, geniş arım arazilerine ve genç nüfusa sahip Türkiye gibi bir ülkenin, tarım ürünleri ithal etmesi ayıptır, günahtır, işi bilmemenin tescilidir.
            Buğday böyle de şeker, pirinç daha mı iyi? Köyümde babadan kalma bir miktar arazim var. Tam kenarından  Ceyhan Nehrinin bir kolu olan çay akıyor. Geçen sene oraya şeker pancarı ekmek istedik, şeker şirketi
-         Olmaz  dedi.
-         Niçin olmaz kardeşim?
-         Kotanız yok.
-         Ama biz geçtiğimiz dönemde aynı yere ekmiştik.
-         O, o zamandı, aradan üç yıl geçti.( Bilindiği gibi aynı yere her yıl pancar ekilemiyor.)
-         İyi de benim köyün her yerinde tarlam yok ki, bir burası ver .
-         Olmaz kardeşim.
-         Yahu ben üreteyim diyorum, tüketeyim demiyorum ki.
-         Olmaz kardeşim, olmaz dedik ya hadi derdini yukarıdakilere  anlat. 
Memur aslında haklıydı. Ona birileri böyle olacak demişti o kadar, sorgulayamazdı ki adam, yukarı dedi işiler ne denmişse kabul etmek zorundadır, yoksa işinden olurdu.
      Yani şunu demeye çalışıyorum. Türkiye’de tarımsal faaliyetler karadüzen yürütülüyor. Üst- ast, amir- memur ilişkisi rahat değil. Seçimle gelen bakan o işin ehli olmayabiliyor veya tahsili uygun olsa bile çoğunlukla pratiği olmuyor. Müsteşarlar ve üst düzeydeki bürokratlar da yerlerini korumak zorunda olduklarından “büyüklerimiz en iyisini bilir” anlayışı bütün milletin hayatını işte böyle olumsuz etkiliyor.
      Bu cennet vatanımızda bir karış toprak boş bırakılmadan ekilse, devlet çiftçiye gerekli yardımı ve desteği zamanında yapsa, (2007 nin 11. ayında ödenmesi gereken tarım desteği hala ödenmedi.) tarımsal girdilerin fiyatları uygun olsa, tarım ürünlerinin değerlendirilmesi devlet garantisinde ve çiftçinin alın terinin bedelini karşılasa, Ziraat Bankaları adına uygun olarak çiftçiye ucuz kredi imkanı sağlasa, tarım kredi kooperatifleri kuruluş amaçları doğrultusunda icra-i faaliyette bulunabilseler, bunun sonucu olarak köylümüz bire on değil, otuz, kırk alsa, böylece tarım ürünleri ithal eden değil, ihraç eden ülke olsak ne kadar iyi olurdu değil mi?
Emin olun bu hayal değil, zor da değildir. Geleceğin felaketi olan açlığın önüne ancak böyle geçilebilir, yeter ki devletin yardım ve destek eli çiftçinin üzerinde olsun.
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.


      

6 Şubat 2013 Çarşamba


Esma-i Hüsna adlı kitabımdan     

 EL-VÂRİS
(Mülklerin gerçek sahibi,
 Varlığının sonu olmayan)

Mal, mülk, servet yalan burda.
Haksız kazanç haram burda.
Harâmî yolları kesmiş.
İşi yalan dolan burda.

Dünyada haddin bilene,
Cennete varis olana,
O VÂRİS’tir rızık verir.
Yarattığı  her kuluna.

Kul Rabbini bilmelidir.
Hak yoluna girmelidir.
VÂRİS’in verdiklerinden,
Muhtaçlara vermelidir.

Rabbim ben sana muhtacım.
Var affına ihtiyacım.
İşte ömür gelip geçti.
Ne olacak orda halim?

Her gün Kâbe’ye giderim.
Kâbeyi Tavaf ederim.
Yaptığım her kötülüğe,
Binlerce tövbe ederim.

Senin lutfuna muhtacım.
Gayrıya yok ihtiyacım.
Hak yola feda ederdim.
Olsa idi tahtım, tacım.

Çok verip yoldan saptırma.
Az verip isyan ettirme.
Osman kulun senden ister.
Başkasına el açtırma.