KİTAP
ADI : BİR DEMET ÇİÇEK
BİR
DEMET ÇİÇEK
Okulumuz, toprağı kızıl renkli, taşlı
bir tepenin eteğine kurulmuş,
jandarma karakolu ile yan yana duran, çatısız, beş sınıflı bir bina idi. Kuran
Harfleri kaldırılıp, onun yerine Latin Harfleri kabul edilince, okulların şekli
de değişmiş, yurdumuzun bir çok köy ve kasabalarında insanlar kendi okullarını kendileri yapmak durumu ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu
durumda fedakar milletimiz, yurdun her tarafında okul yapma işine dört elle sarılmış,
her zaman olduğu gibi kendi üzerlerine düşeni bu sefer de fazlası ile yerine
getirmişlerdi. İşte bizim okulumuz da köy muhtarlığının öncülüğünde,
babalarımızın gayretleri ile, üç, beş dönümlük kırmızı topraklı, fakat biraz meyilli bir bahçe içerisine,
komşu köy ve ilçelerdeki örnekleri incelendikten sora özenerek inşa edilmişti.
Böylece köyde okul olmadığı için okuyamayan yetişkinlerle, yaşları ilkokul
öğrencisi olma çağını geçmiş genç insanlar bizlere bir kültür yuvası
kazandırmış oluyorlardı. Okul bahçesinin
arazi meylini gidermek için, bahçenin
iki yerinden uzunlamasına, harcı samanla karılmış çamurdan oluşan taş duvar yapılmış, yapılan duvarın arka kısmı toprakla
doldurularak, zeminin meyli giderilmiş, hem de duvarın arka kısmındaki çukurluk
düzeltilmiş, böylece birinin diğerinden
bir adam boyu kadar yükseklik farkı olan
iki ayrı bahçe meydana getirilmişti. Öğretmenler tarafından öyle bir kural
konmamasına rağmen, küçük olan bahçede genellikle kızlar,
okula bitişik olan büyük bahçede de erkek öğrenciler olarak bizler
oynardık. Sabahleyin tek sıra olup, mıntıka temizliği yaptıktan sonra, teneffüslerde
ve boş zamanlarımızda bağıra-çağıra koşup oynadığımız, bazen bir kenara çekilerek çocuksu
sırlarımızı paylaştığımız, okulda birlikte geçirilen onca zaman yetmeyip, akşam
paydosunda evlerimize gelir gelmez, çantalarımızı bıraktığımız gibi,
annelerimizin “oğlum daha yeni geldin, iki lokma bir şeyler yede öyle git”
demelerine aldırmadan, birbirlerimizin evlerine, yahut oyun yerine koştuğumuz o yılları ve o çocukluk
arkadaşlarımı ömür boyu unutamadım.
Killi topraklar gibi, kızıl renkli topraklar da suyu fazla
geçirmedikleri için, sakız gibi yapışkan olurlar. Bir yağmur yağdığında
ayağınıza yapışan çamurları ikide bir silmek zorunda kalırsınız, aksi halde ya
ayakkabınızı ayağınızdan çeker alır, ya da ayaklarınıza yapışan çamurların
ağırlığından yürüyemez hale gelirsiniz. O zamanın şartlarında bahçenin her
tarafı betonlanıp ıslah edilemeyeceğine göre, hiç olmazsa bu kızıl topraklı
bahçenin ortasından geçen yolun
çamurundan kurtulabilmek için, etrafı taş duvarla çevrili olan bahçesinin giriş
kapısından okula kadar olan yere yassı taşlar döşenerek, iki metre genişliğinde taşla kaplı bir yol yapılmıştı. Ancak yolun yassı taşlarla döşeli olmasına fazla güvenmek
doğru olmazdı, çükü kızıl toprak da, boz renkli killi toprak gibi
suyu geçirmeme özelliğinin yanında aynı zamanda çok kaygan olur, öyle ki buz üzerinde kayıyormuşsunuz gibi yassı taşların üzerinde kayarak düşmeniz
her an mümkün olabilirdi.
Evlerimiz yakın olduğu için komşumuz
Hanif oğullarının benim yaşlarımdaki çocuğu İsmail’le ellerimizde birer, hava
soğuksa ikişer odun olduğu halde okula
birlikte gider ve akşamları da yine birlikte dönerdik. Her öğrencinin getirdiği
odun kendi sınıflarında yakılır, sınıflar kalabalık olduğundan bu odun da
yeterli olurdu. İsmail okulun en çevik çocuğu idi. Tabanının çukuru fazla
olduğu için yere sağlam basar, koşularda herkesi geçer, uzun atlama, mendil
kapmaca, tura ve başka her türlü
oyunlarda onu kimse yenemez veya geçemezdi. Okulda zaman zaman yapılan güreşlerde de hep o galip
gelirdi. Okul paydos olduktan sonra,
yahut tatillerde çatısız, toprakla kaplı
evlerin üzerlerinde bilye oynamak için toplandığımızda, oyunu hep
o kurar, yüksek sesle “Hadi gelin bakalım, sen oynuyor musun Ali, ya sen
Hüseyin?” diyerek, herkesi başına
toplamasını bilirdi. Onun bilye atışı hepimizden farklıydı. İşaret parmağını
orta parmağının üzerine koyarak, bilyesini eneklerin üzerine fırlatırken öyle
gerilir, kendinden geçerdi ki, bilye parmaklarından fırlar fırlamaz, kendisi de
o gergin halinin sonucu “küt” diye
çömelmiş vaziyetinden kıç üstü yere
oturur ve mutlaka hedefi de vururdu. Oyunlar esnasında olsun, diğer zamanlarda olsun, başka çocuklarla
aramızda çıkan mızıkçılık ve münakaşalarda, İsmail’in hep beni
koruduğunu hisseder, bu sebeple ona içten içe minnet duyar ve teşekkür hissi
beslerdim. Sakın çocuk deyip geçmeyin, çocuklar her şeyi bilirler. Hangi
arkadaşının kendisine ilgi duyduğunu, öğretmenin kimi daha çok sevdiğini,
çalışkan öğrencilerin birbirlerine göre durumlarını her çocuk gayet iyi bilir
ve mukayeselerini de yaparlar. Bu bilgi, his ve duyguları kelimelerle
birbirimize söyleyip, ifade etmesek de, İsmail’le aramızda çok sağlam bir
arkadaşlık bağı oluşmuştu.
Okullar yaz tatiline girdimi, bizim
işimiz artık çobanlıktı. Sabahleyin dağarcıklara, yahut bezden yapılmış azık
çantalarına konan azıklarımızı alarak, hayvanlarımızı önlerimize katar, köyün
en uygun meralarından birine götürür, akşama kadar otlatır, güneş battıktan
sonra da evlerimize dönerdik. Çalışma zamanımızda ölçümüz güneşti. Güneş
doğarken evlerimizden çıkar, batınca dönerdik. Hayvanlarımızı en çok götürdüğümüz
yer “Çağlayan” denen yerdi. Gerçi köye biraz uzaktı ama burası bu işe en uygun olan
yerlerden biriydi. Bir kere köyün ekili arazilerinden uzak olduğundan burası hem bizim için büyük rahatlıktı, hem de şırıl şırıl derelerin aktığı, yerden
kaynayarak, yahut tepelerin yamaçlarından çıktıktan sonra, hayır sever bir vatandaşın maharetli
elleriyle oyduğu çam oluklardan akan pınarların suladığı yamaçlar, her mevsim yem
yeşil otlarla kaplı olduğundan, hayvanlarımızı çoğu zaman buraya getirirdik.
Hayvan deyip geçmemek lazım, onlar bile çok yukarılara, ormanların içerilerine
kadar uzayıp giden vadilere giderek, oralarda
yayılma imkanları olmasına
rağmen, bu işin lüzumsuzluğunu ve zorluğunu biliyorlarmış gibi, hiçbir zaman fazla uzaklara gitmezlerdi. Bu rahat ortamda
biz de horultu halinde sesler çıkardığı için dertli pınar diye adlandırılan ve
yerden kaynayıp akan, bol sulu pınarın başındaki büyük çam ağacının dibinde
oturur veya oynardık. Dağlardan, vadilerden
akıp gelen dereler, yerden kaynayarak çıkan, yahut sazlıklardan, sulak
yerlerden süzülerek akan yer altı suları derelerle birleştikten sonra, biraz
ilerideki yüksek, çok yüksek bir uçurumdan aşağıya doğru şarıl şarıl sesler
çıkararak dökülürken, düşen sulardan ayrılan su zerrecikleri etrafa yayılır,
yüzümüze kadar gelerek bizi serinletirdi. Öyle sanıyorum ki bu semte “Çağlayan”
ismi bu özellikten dolayı verilmiştir.
Bir gün öğretmenimize, su gücü ile
değirmenlerin döndürüldüğünü biliyoruz,
çok yükseklerden dökülen çağlayan
suyunun gücünden de istifade edilip, bir şeyler yapılamaz mı? diye sormuştum
da, öğretmenimiz yüzüme uzun uzun
baktıktan sonra, bir çok şeyi biliyor da söylemek istemiyormuş gibi bir
tavırla, “yapılır yapılmasına ama oğlum yapan nerde, kim yapacak?” Diye cevap
vermişti. Öğretmenimizin çekimser tavrının 1950 li yılların şartlarından
kaynaklandığını yıllar sonra ancak anlayabilmiştik.
Mevsiminde, kırlardan ve çamların aralarından
topladığımız mantarları, iç kısmına tuz serperek, kor ateş üzerinde pişirip,
ağzımız yanarak yemek pek keyifli olurdu. Hayret! Bir karış boyumuzla, o yaşta
zehirli mantarları, zehirsizlerinden ayırt edebilirdik. En çok ta ateş üzerine
ters olarak koyduğumuz mantarları, saplarından tutarak iç kısımlarında biriken suları ile birlikte
yemek hoşumuza giderdi, zaten yerken ağzımızın yanması da bu yüzdendi.
Bir gün yine önümüze kattığımız hayvanlarımızı, yol kenarlarına ekilmiş olan
mahsullere zarar verdirmeden, Çağlayan merasına götürüyorduk. O gün yanımızda
İbrahim Osmanoğlu da vardı. Biliyor musunuz? İbrahim adı da, Osmanoğlu soy adı
da hep hoşuma gitmiştir, hala da öyle.
İbrahim bizden birkaç yaş büyüktü, ama onun asıl önemi bizden yaşça büyük
olması değil, çok zeki bir çocuk olmasıydı. Derslerde herkesten başarılı, olgun
ve akıllı biriydi İbrahim Osmanoğlu. Bu yüzden öğretmenimiz ona filozof derdi.
Filozofun anlamını bilmeden, öğretmen öyle söylediği için biz de ona filozof
derdik. Bu kelimenin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini o bilir miydi
bilemiyorum, ama bu lakabın İbrahim’in de hoşuna gittiği her halinden belliydi. Doğrusu filozof lakabı İbrahim’e en
çok yakışan sıfattı, çünkü onun her hali diğer çocuklardan farklı, şakası bile
o yaştaki birine göre olgun ve anlamlıydı. Hayatımın çocukluk ve ilk gençlik
yılları dönemlerinin önemli istikamet taşlarından biridir İbrahim Osmanoğlu.
O’na hep sevgi, saygı, hayranlık ve minnet
duymuşumdur; çünkü o buna fazlasıyla layık bir kişiydi.
İşte biz bu üç arkadaş olarak her gün çağlayana merasına
giderken, yolumuzun üzerinde ve mutlaka
geçmek zorunda olduğumuz iki tane çay vardı. Biri köy sınırlarının kuzey batısından, diğeri güney batısından
çıkan ve doğuya doğru akan bu çaylar, ileride birleştikten sonra, ötelerde, çok
uzaklarda, dağların arka taraflarında Ceyhan
Nehrine dökülürmüş, öğretmenimiz öyle derdi. Öğretmenimiz öyle
derdi demesine ama, o bunları anlatırken ben, bu akar suyun o
yüce dağları nasıl aştığını çocuksu aklımla düşünmeden edemezdim. Köy
sınırlarının güney batısından çıkarak güneye doğru akan çaya Kırksu Çayı
denirdi ki, yağmurlu havalarda çok kabarır, çevresinde ne varsa siler süpürür, etrafındaki tarlalara
kadar taşardı. Köye yakın olan çayın üzerinde
beton köprü olduğu için onu geçmek kolaydı, ama Kırksu Çayının köprüsü yan yana konmuş ve uç
uca getirilerek, çayın bir başından, öbür başına uzatılan ikişerden dört kalınca ağaçtan ibaretti. Çayın en uygun
yerine, suyun üzerine uzatılan bu ağaçtan köprü, birkaç yerinden direklerle
desteklenmiş olsa da, mesafe uzun olduğu için üzerinde yürürken sallanır,
sallandığı için de düşecek gibi olur, içimiz ürperir ve her seferinde üzerinden
korkarak yürürdük. Bazen ağaçtan köprüyü sallayarak, birbirimizi özellikle
korkuttuğumuz da olurdu. Normal zamanlarda köprüden aşağı düşülmüş olsa bile
tehlikeli değildi, çünkü sadece ayaklarımız veya en fazla belden aşağı kısmımız
ıslanırdı o kadar, ama yağışlı havalarda çay iyice kabardı mı, işte o zaman
tehlike büyük olurdu.
O gün sabahtan itibaren havada
mevsim normalinin üzerinde bir sıcaklık vardı ama öğleden sonra bu sıcak hava
yerini insanı üşüten bir rüzgara bırakmıştı.
Aynı zamanda dört tarafı, gökyüzünün her yanını birden kara bulutlar
kaplayıvermişti. Bazen güneş gülen yüzünü gösterir gibi olsa da, bulutlar “sen
de nereden çıktın, saklan arkamıza” der gibi hemen onu örtüyor, dağların
zirvelerinden etrafa yayılan yağmur yüklü bulutlar, yavaş yavaş uzaklara doğru
yayılıyordu.
Hayvanlarımızı her gün götürüp
otlattığımız yerlere bıraktıktan sonra, biz de mantar bulabilmek umudu ile etrafa
dağıldık. Mantar çabuk büyüyen ve çoğalan bir mahsuldür, hani “mantar
gibi bitiyor” derler ya işte öyle bir şey. Bugün topladığınız mantarların
yerinde bir de bakarsınız ikinci, üçüncü gün aynı miktarda mantar çoğalıvermiş.
O gün ben hem mantar bulmak, hem de kır çiçeklerinden oluşan güzel bir demet
çiçek toplayarak, akşam anama vermek
istiyordum, bunun için gözüm mantardan çok çiçeklerdeydi. Özellikle çiğdem,
nergis, menekşe, bir de daha çok su kenarlarında hatta suyun üzerinde yetiştiği
için bazı yörelerde adına suçiçeği denen, aslında sarı, beyaz, pembe renkleri
olan o güzelim nilüfer çiçeklerinden
büyük bir demet yapacaktım. Çiçekleri yeşil yaprakları ile birlikte koparmaya
özen göstermeliydim, çünkü çiçek demetlerinin öyle daha güzel görüleceğine
inanıyordum, hem de bu şekilde hazırlanan bir çiçek demeti daha uzun zaman
solmadan, pörsüyüp buruşmadan dayanabilirdi. Arada bir, bizim oralarda adına
yavşan denen, boz renkli, çiçeği olmamakla birlikte çok güzel kokan bitkilerden
de demetime ilave ediyordum. Sonunda uzunca kopardığım sapları elimi dolduracak
kadar büyük ve çok güzel bir demet
çiçeğim olmuştu.
***
Bizim evin önünde bir bahçemiz vardı. Fazla büyük olmayan bu bahçenin kenarlarında erik, şeftali, ayva
ağaçları, bir iki tane de asma, biraz uzağında büyük bir de dut ağacı vardı. Orta kısım ekime elverişli olduğundan
bu bahçeye anam her çeşit sebzeyi ekerdi. Kabaklar çok uzayıp, fazla yer kapladığı için onlar en kenar
yerlere ekilir ve bu kabakların açtığı ilk
yoz çiçeklerden yapılan çiçek dolmasının tadına doyulmazdı. Köyün
pınarından gelen ter temiz su ile sulanan bahçemizin geri kalan yerlerine de
salatalık, domates, fasulye, patlıcan gibi diğer sebzeler ekilirdi, bir de
maydanoz ve nane. Mis kokulu reyhanların
ekilmesi ise hiç ihmal edilmezdi. Reyhanla fesleğen koku bakımından aynıdır,
ama görünüş olarak farklıdırlar. Reyhanın yaprakları daha geniş ve mor
renklidir, fesleğenin yaprakları ise
daha küçük ve yeşil renkte olur. Bahçede reyhan
için ayrılan bölüme çeşitli
çiçekler de ekilirdi. Ben en çok kadife çiçeğini severdim.
Bahçe işlerini genellikle anam idare
ederdi. Su, gübre ve bakım problemi
kolayca giderilen bu küçük bahçe, çok
verimli idi. Etrafı tavukların bile giremeyecekleri kadar sık ve güzel bir şekilde çevrilip kapatılmış,
kapısında devamlı küçük bir kilit bulunan
bahçemize anam her gün iner, ihtiyaç duyulan sebzeleri günlük olarak
toplar, önünde hep bağlı olan, küçük, pöti kare desenli önlüğüne doldurur,
ayrıca yine önlüğüne koyduğu reyhan ve kadife çiçeklerini eve dönüşte
rastladığı gençlere, komşu çocuklarına ve bizlere bir reyhan, yanında bir de
kadife çiçeği olmak üzere, yüzünde tatlı
bir tebessümle uzatırken, “ Alın, sizin gibi taze ve güzeldir” derdi. Bu küçük
ikramdan hepimiz, özellikle ilk gençlik çağlarına girmekte olan utangaç çocuklar, bizimle birlikte bulunan oyun
arkadaşlarımız çok memnun olurlardı.
Anamın yürüyüp gittiği yollara hep
reyhan kokusu yayılırdı. İşte bize ve komşu çocuklarına her zaman çiçek ikram
etmeyi bir huy ve alışkanlık haline getirmiş olan anacığıma, o gün de ben bir
demet çiçek sunacaktım. Bu hareketimin onun çok hoşuna gideceğine inanıyor,
anamın yüzündeki mutluluk ve memnuniyet ifadesini bir an evvel görebilmek için
sabırsızlanıyor, eve dönüş zamanının gelmesini dört gözle bekliyordum.
Topladığım çiçek demetini ip gibi uzayan ve kolay kolay kopmayan, adına topuk
denen yeşil otla güzelce bağladıktan sonra, solmasın, akşama kadar canlı kalıp
tazeliğini korusun diye, çeşmenin en
uygun yerine sapları suya gelecek şekilde bırakacaktım. Böylece çiçeklerim,
anacığıma takdim ettiğimde, yeni toplanmış gibi taze, buruşmamış, pörsümemiş
olacaktı. Vefakar anacığıma kendi ellerimle çiçek demetimi sunduğumda, kim
bilir ne kadar mutlu olacaktı. Yüzüme tebessüm ederek tatlı tatlı bakacak,
hediyemi bir eli ile alıp, öteki eli ile ah yavruum diyerek başımı şefkatle
okşadıktan sonra, yanaklarıma benim için en güzel ve en değerli armağan olan buselerini
konduracaktı. İşte o anın bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyor, hava
kapalı, saatim de olmadığı için nereye bakacağımı, vakti nasıl öğreneceğimi
bilemiyordum.
Ben bu çiçeklerle meşgulken, İsmail’le,
İbrahim topladıkları mantarları pişireceğimiz ateşi yakarak, her şeyi hazır
etmişlerdi bile. Hiç mantar bulamadığım için biraz mahcup, elimde büyük bir çiçek
demeti ile yanlarına geldiğimde, filozof,
-Ne o, çiçekleri mi pişirip yiyeceğiz ? dedi.
Ben
- Hayır, ama
ben mantar bulamadım, dedim.
- Peki bu
çiçekler nedir?
- Anama
götüreceğim.
- Haa, o
zaman başka, dedi.
Filozoftan
onay aldıktan sonra çiçek demetimi çeşme suyunun hızlı akmayan, durgun bir yerine yalnız sapları suya gelecek şekilde
bıraktım.
Yakılan ateşin üzerinde, topladığımız, daha doğrusu arkadaşlarımın
topladıkları mantarları pişirirken, azıklarımızı da çıkardık. Sacda pişirilip,
tereyağı ile yağlanmış peynirli börek, haşlanmış yumurta, yine haşlanmış
patates ve yanında soğan ve domatesten oluşan azıklarımızı mantarlarla birlikte
şakalaşarak yedik. Doğrusu o gün ben, mantar toplama işinde başarılı olamadığım
için yerken çekiniyordum. Filozof bu işin farkında olmalı ki, durmadan bana
yemem için ısrar ediyor, kendi elleri ile en iyi pişen mantarlardan önüme
koyuyor, bana ikram ediyordu.
Benim canım filozofum, arkadaşım, sırdaşım, dostum…
Çağlayan bölgesinde çobanlık
kolaydı. Her taraf diz boyu ot olduğundan, hayvanlarınız dere kenarlarında, yamaçlarda, fazla uzaklara gitmeden,
diken çalılar, bodur ağaçlar, kayalar arasında
sere serpe gezinir, yayılır ve
akşamüzeri Çağlayan Deresinde
toplanırlardı. Karınları iyice doyunca, düzlük yerlerde, çayırların
üzerlerinde geviş getirerek yatarlar,
havalar biraz serinleyince de kalkıp, tekrar yayılmaya başlarlardı. Bu hep
böyle devam eder, biz de canımızın istediği gibi serbestçe hareket eder,
oynardık. Ancak o gün durum her zamankinden farklı görünüyordu. Çünkü sabahtan
itibaren görülen kara bulutlar, ikindiye doğru her tarafı kaplamış, dağların
zirveleri gökyüzü ile birleşmiş, ufuk adeta görülmez olmuştu. Kırksu
mevkiindeki ormanlık bölgeye ise daha şimdiden
yağmur yağmaya başlamıştı bile. Bu durum tabii olarak bizi
endişelendiriyordu. Filozof, oturduğu yerden ayağa kalktı, etrafa şöyle tetkik
eder gibi dikkatlice baktı, “ Kırksu tarafına çok şiddetli yağmur yağıyor.
Birazdan buralara da gelir. Bu gün başka
günlere benzemez, çok geç kalmadan köye dönmeliyiz, sonra Kırksu Çayı taşarsa
geçmemiz tehlikeli olabilir, şimdi
hepimiz etrafa dağılalım, hayvanlarımızı şurada toplayalım,” dedi. Şurada
derken eliyle köye döneceğimiz yolu gösteriyordu. Üçümüz de ayrı yöne dağıldık.
Derelerde, çayırlıklarda, ormanların içlerinde kendi hallerinde otlamakta olan,
hepsi büyük baş hayvanlarımızı bulup, tamam olup
olmadıklarını sayarak tespit ettikten sonra, Çağlayan Deresinden aşağıya doğru
giden yolun kenarında topladık. Bu arada Filozof’un dediği gibi yağmur da
başlamıştı. Önce gök yüzünde parlak izler bırakarak, ucu yerlere kadar uzanan
korkunç bir şimşek çakmış, arkasından gök gürültüsü ve tekrar şimşek, bunun
arkasından da bardaktan boşalırcasına,
insanda hiç sonu gelmeyecekmiş gibi bir his ve endişe uyandıran, iri taneli,
sağanak halinde yağmur yağmaya başlamıştı.
Hepimiz ne yapacağımızı şaşırmış, panik halinde, ıslanmamak için sık
dalları etrafa yayılmış, büyük ağaçların diplerine sığındık, ancak
yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, değil ağaç dibi, belki evlerimiz bile bu
kadar yağmura dayanamaz, akabilirdi. Büyük bir ihtimalle bu durumdan hayvanlarımız
da bir şey anlayamamış ve şaşırmış olmalılar ki, birbirlerine sokulmuş
vaziyette, toplu olarak bıraktığımız yerde duruyorlardı. Aramızda en soğuk
kanlı olanımız İbrahim’di. Bakışlarını yüzümüzde gezdirerek, “ iyi ki
hayvanlarımızı yağmur başlamadan burada toplamışız, yoksa etrafa bir
dağılsalardı bu havada onları bulamazdık,” diye bir durum değerlendirmesi yaptı
ve ilave etti. “ Yağmur biraz durunca buradan hemen gidelim, vakitli Kırksu Çayını
geçmemiz lazım, yoksa…” Filozof bunları konuşurken ne İsmail’den ne de benden hiç
bir ses çıkmıyordu. Dalları etrafa
yayılmış, kocaman bir çam ağacının
dibine sığınmış olmamıza rağmen, üzerimizde iğne ucu kadar kuru bir yerimiz
kalmamıştı. Ne yapacağını bilmez halde, olduğumuz yerde hiç kımıldamadan öylece
duruyorduk, zaten yapabilecek başka bir şey de
yoktu. Ayakta durmaktan yorulunca çömeliyorduk, çünkü üstümüz-başımız gibi yerler de ıslak, hatta çamur olduğu için
oturmamız mümkün değildi. Yaklaşık bir
saatten fazla bir zamandan beri yağan yağmurun şiddetinde hiçbir azalma
olmamıştı.
Uzun zamandan beri birbirine
sokulmuş vaziyette, yağmur altında bekleşen hayvanlarımızı daha fazla o şekilde
tutamazdık, zaten kendi derdine düşmüş, mallarımıza bakacak ve onlarla ilgilenecek halimiz kalmamıştı. Bu sebeple önce öküzler,
arkasından inekler ve diğer hayvanlar peş peşe düşüp köyün yolunu
tuttuklarında, onlara mani olmadık. Filozofun dediğine göre, Hayvanlar bu
havada hiçbir yerde eğlenmeden, kimsenin ekili arazisine zarar vermeden, doğru
köye, yani evlerimize kadar giderlermiş. Her ne kadar hava kapalı olduğu için
güneşi göremiyor, dolayısı ile vakti
bilemiyoridiyisek ta, zaten eve dönüş
saati de yaklaşıyormuş; Sevgili Filozofumuz böyle diyordu.
Yağmurun biraz hafiflemesini fırsat
bilerek, sonunda biz de çam altı sığınağından çıkıp, köyün yolunu tuttuk.
Arkadaşlarım, ovadaki kadar olmasa da yine de
çamurlu, yer yer taşlı patika yolda ilerlerken, ben onlardan ayrıldım, suya bıraktığım çiçek
demetimi almak için koşarak pınara gittim. Herkes kendi telaşında olduğu için,
kimse benim bu ayrılışımın farkına varmadı. Öyle saatlerinde toplayarak,
karışık kır çiçeklerinden özenle yaptığım,
köklerini itina ile suya bıraktığım çiçek demetimin her tarafı, sanki
suya batırılmış gibi yağmurdan ıslanmıştı. Demeti elime aldım, örselemeden,
hafifçe sallayarak, üzerindeki yağmur sularını döktükten sonra, koşarak
arkadaşlarıma yetiştim. İbrahim önde, İsmail onun arkasında, ben ise en arkada
olduğum halde, biraz hafiflese de hala devam eden yağmura aldırmadan, tek sıra halinde, peş peşe, hiç konuşmadan yürüyorduk. Bizden önce yola revan olan
hayvanlarımız o anda çaya varmışlar, karınlarının alt kısmı su içerisinde kalmış
vaziyette çayı geçiyorlardı.
Yamaçtan düzlüğe inince, yürümek
daha da zorlaşmıştı. Boz renkli killi toprağın yapışkan çamurları, “ Cızlavet”
marka kara lastik ayakkaplarımıza yapışıyor, uygun yerlere ayaklarımızı silerek
yürümeye çalışıyorduk. Çamurlu yerlere basmaktan sakınmak için, patika yoldaki
büyükçe taşlara basma gayreti içerisinde oluyorduk ama, o zaman da ayaklarımıza yapışmış olan sakız gibi özlü
çamurdan dolayı ayaklarımız kayıyor ve düşme tehlikesi ile karşı karşıya
kalıyorduk. Birbirimizin morallerini bozmamak için dillendirmesek te, Kırksu Çayı
üzerine yan yana uzatılmış, geçmesi
oldukça zor olan ve iki ağaçtan oluşan
köprüdeki tehlike aklımızdan hiç çıkmıyordu. Ya su iyice kabarmış, köprüyü de
alıp götürmüşse, veya köprünün üzerinden de aşıyorsa, o zaman ne yapacak,
yolumuza nasıl devam edecektik? Yağmurun hızı epeyce kesilse de hala yağmaya
devam ediyordu. Bu kadar çok yağıştan
sonra, sel sularının en azından köprüye değerek, boz bulanık aktığı kesindi.
Peki bu durumda uç uca uzatılmış, ikişerden
dört ağaçtan oluşan köprü, bize sırat köprüsü gibi görünmez miydi? Bu
durumda ya gözlerimiz kararır, başımız döner de suya düşersek, o zaman halimiz
nice olurdu? Bu düşüncelerle sessizce ve önüme bakarak yürüyordum yürümesine,
ama arkadaşlarımın da benzer düşünceler içerisinde olduklarını adım gibi
biliyordum. Sonunda düşe kalka, korkulu rüyamız olan çaya yaklaşınca gördük ki,
çay yatağını iyice doldurmuş, tahmin ettiğimiz gibi, etrafındaki tarlalara kadar taşmış, önüne
kattığı her şeyi sürükleyerek, boz bulanık akıp gidiyordu.
Suyun üzerine uzatılan ağaçtan
köprülerin iki ucuna, birer tane de orta kısımlarına kalın ve ardıç ağacından
çatal direkler dikilerek, köprü toprak seviyesinden bir metre kadar
yükseltilmişti. Şayet böyle yapılmış olmasaydı, büyük ihtimalle sel suları
köprüyü de sürükleyip götürmüş olacaktı. O kadar yüksekliğe rağmen yine
de o çamurlu, bulanık sular köprünün alt kısmını yalayarak akıyor, bazı
yerlerde de üzerinden aşıyordu. Bu durumda
köprünün bir kısmı sular içerisinde kalmış vaziyetteydi. Her bir
ayağımızda birer okka kaygan çamurla, düşe kalka çaya kadar gelebilmiştik ama şimdi ne yapacaktık? Asıl problem şimdi
başlıyordu. Üçümüzün de yüzlerimizdeki korku ifadelerini okumak zor değildi.
Yardım alabileceğimiz birilerini görebilmek umudu ile durmadan etrafımıza bakınıyorduk, ama görünürlerde tek
bir canlı yoktu. İsmail’in iri, mavi gözleri korkudan daha büyümüş olarak
sordu,
- Şimdi ne yapacağız?
Ben, elimde sıkı sıkıya tuttuğum
çiçek demetini, gömleğimin iki düğmesini açıp, kimseye çaktırmadan koynuma koyduktan sonra,
- Evet, gerçekten şimdi ne
yapmalıyız İbrahim? dedim.
Bütün umudumuz ondaydı. Zaten son
kararları hep o verirdi. İbrahim bir şey keşfediyormuş, içinde bulunduğumuz zor
durumumuza bir çözüm bulmaya çalışıyormuş gibi, suskun ve düşünceli olarak
etrafa, uzaklara, azgın sulara bakıyor, ötelerden, gök yüzünden medet
umarcasına, endişeli nazarlarını hiç durmadan yağan yağmurun geldiği taraflara,
semaya çeviriyor, çok uzaklardaki ormanla kaplı dağlara bakarken mübarek dudakları
kıpırdıyordu. Belli ki sevgili filozofumuz her zaman olduğu gibi, o anda da
yegane sığınağımıza tevessül edarek durmadan dua ediyordu. Sonunda kesin karara
varmış bilge bir kral gibi, bu konudaki
son sözünü söyledi.
“Bu yağmurun
duracağı yok. Baksanıza her taraf iyice kapalı, sanki gök yere inmiş. Yağış
şimdi buralarda kesilse bile, dağlara,
ormanlara yağmaya devam edecek, bu da selin artarak devam etmesi anlamına
gelir. Bakın, hayvanlarımız bizden erken gittikleri için suyu rahatça
geçmişler, keşke biz de biraz erken gelmiş olsaydık, o zaman ne iyi olacakmış
ama artık bunları konuşmanın ve hayıflanmanın bir anlamı yok, yapacağımız iş
dikkatlice, birbirimize destek olarak, korkuya ve paniğe kapılmadan bu sırat
köprüsünü geçmektir. İşimiz zor, ama biz de bu işin üstesinden gelebilecek
durumda ve kabiliyette insanlarız, korkmak ve paniklemek bize yakışmaz. Anlamlı
ve endişeli bakışlarını baştan ayağa
üzerimizde gezdirdikten sonra,
-
Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
-
……………………………
-
Yapabilir misiniz, geçebilir misiniz burayı?
-
…………………………………
-
Gözünüz kesiyor mu?
-
…………………………………
-
Korkmuyorsunuz değil mi?
-
…………………………………
-
Ne var korkacak, zaten her gün üzerinden geçtiğimiz
köprü aynı köprü değil mi, ne var ki
çayın suyu bu gün biraz fazla, şu orta kısım azıcık suyun içerisinde kalmış,
işte orada biraz dikkatli olduk mu iş tamam demektir. Ben önden yürüyeceğim,
köprünün yarısını geçip öbür başa doğru yaklaşınca İsmail sen geleceksin
arkamdan, Parmağını bana doğru uzatarak ve cesaretimi artırmak ister gibi,
sesini yükselterek…”Ondan sonra da sen,”
dedi.
-
Bir önüne kattığı her şeyi, her türlü orman kalıntılarını sürükleyerek, boz
bulanık akan suya bakıyordum, bir de o azgın sel sularının üzerindeki uç uca
uzatılmış, ikişerden dört yuvarlak ağaçtan oluşan köprüye. Ayaklarımızdaki
kaygan çamurlu ayakkabılarımızla o yuvarlak ağaçların üzerinden karşıya geçmek,
cambazın ip üzerinde yürümesinden daha zor görünüyordu bana, ama başka çaremiz
de yoktu.
-
Önce İbrahim seslice “Bismillah” diyerek köprünün
üzerine çıktı. Öyle sanıyorum ki, besmeleyi sesli söylemesinin sebebi bize, siz
de benim gibi yapın demekti. Bir ayağı ağacın birinin üzerinde, öbür ayağı da
öteki ağaçta olduğu halde, çok dikkatli bir şekilde, önüne bakarak, arada bir
durup, daha ne kadar mesafe kaldığını görmek ister gibi karşıya baktıktan
sonra, tekrar gözleri ayaklarından bir metre kadar ileride olduğu halde karşı
tarafa geçti. Köprünün baş tarafına dikilmiş olan çatal dikeçlerden tutunarak
sel suları ile kaplı olan yere basmadan, köprü hizasından biraz alçak olan karşı tarlanın kenarındaki çimenli yere
atladı. Oralara kadar taşan çayın sularının küçük dalgacıkları, İbrahim’in
ayaklarına çarpıyor ve bileklerine kadar ayaklarını su içerisinde bırakıyordu,
ama onun bu duruma aldırdığı yoktu. Filozof bize doğru baktı. Kendisi yürümeye
başlarken İsmail’e, “ Ben köprünün öbür ucuna yaklaşınca sen de arkamdan gel,”
demişti. Ama buna rağmen ne İsmail’de,
ne de bende hiç bir hareket yoktu. İçinde bulunduğumuz durumu gören ve büyük ihtimalle bize kızan İbrahim,
iki elini de bize doğru uzatarak, “hadiii” dedi. İkimiz de çok korkuyorduk.
Tereddüt ettiğimizi gören Filozof, “ ne bekliyorsun? Bu işi sen yapacaksın,
başkası değil ve mutlaka başaracaksın, başarmaya mecbursun, hadi durma.” İsmail
isteksiz olarak köprünün üstüne çıktı ve aynen Filozofun yaptığı gibi yürümeye
başladı. Çayın karşı tarafında olan İbrahim durmadan ona cesaret veriyordu.
“Aferin sana, ha gayret, az kaldı hadi biraz daha.” Bir ara İsmail’in ayağı
kaydı ve düşecek gibi oldu. İki elini iki yana açarak cambazlar gibi dengesini
sağlamaya çalışıyordu. İbrahim durmadan
“Aman dikkat, ayaklarına ve suya bakma, biraz ileriye doğru bak, derin
nefes al ve sakın korkma, ha şöyle, iyi iyi, çok iyi.”
Bütün bu gayretlerin sonunda nihayet
İsmail de yolculuğunu başarı ile
tamamlamış ve karşıya geçmişti. İbrahim onu tebrik eder gibi omuzlarından
tutarak sarstı, arkasından birbirlerine sarıldılar. Şimdi sıra bendeydi. Bir
köprüye, bir de altından geçen azgın sulara tekrar baktım. Yukarılardan, Kırksu Boğazındaki
ormanlardan sellerin sürükleyerek
getirdiği odunlar, uzun ağaç dalları, orman idaresinin kestirerek hazırlattığı
kerestelerin bir kısmı, hatta tomruklar sel sularının önünde sanki saman çöpü gibi sürüklenip gidiyorlardı. Bu
ağaç ve odunlardan çayın kenarlarında, sığ yerlerinde takılıp kalanlar da
oluyordu. O kadar yağıştan sonra iyice kabaran sular, köprünün alt kısmına
değerek, bazen da köprünün üzerinden aşarak aktığı için, sellerin önünde
sürüklenip giden ağaçların bazıları, köprüye çarptıktan sonra, orada takılıp kalıyordu. Bu ağaçtan köprünün tam
orta yeri bel verdiği ve suya daha yakın
olduğu için, köprü ayaklarımızı ıslatacak kadar su içerisinde kalmıştı, işte orada, o bölgede çok dikkatli
olmalıydım. İsmail de tam orada düşme tehlikesi geçirmişti. Suyun öbür
geçesindeki arkadaşlarımın ikisi birden ve aynı zamanda bana seslendiler, “
Haydi, şimdi de sıra sende, korkma, Allah’ın izni ile başaracaksın.” Çaresiz
ben de İbrahim’in yaptığı gibi besmele çekerek köprünün üzerine çıktım. Ayak
kaplarımı yıkadığım, yahut zaten hep su içerisinde olduğumuz için kendiliğinden yıkandıklarından, çamurdan
dolayı kayma tehlikesi yok, fakat bu seferde köprünün ıslak olması
sebebi ile aynı tehlike hala vardı. Tam
yürümeye başlayacaktım ki, biraz önce koynuma soktuğum çiçek buketimi
hatırladım, acaba yerinde duruyor muydu? İçimden, amaan şimdi sırası mı diye
geçse de, o merakımı yatıştırmadan dikkatimi bir noktada toplayamayacağımı
anladım ve sağ elimi koynuma sokarak,
çiçeklerimi kontrol ettim, tamam, kocaman demet biraz yassılaşmıştı, ama
yerinde duruyordu. Onu şöyle bir düzeltir gibi yaptıktan sonra, sağ ayağımla
köprünün üzerinde ilk adımımı attım. Ben de öteki iki arkadaşım gibi bir ayağım
yuvarlak ağacın birinin üstünde, öteki ayağım da diğerinin üstünde olduğu halde
yürümeye çalışıyordum, bu yürüyüş şeklimle
yeni sünnet olmuş çocuklara
benziyordum. Bu iş pek korktuğum kadar değilmiş diye düşünerek, tam
köprünün orta kısmına kadar gelmiştim.
Burası köprünün en tehlikeli olan yeriydi. Ayaklarımı mümkün olduğunca sağlam
basmaya, adımlarımı kısa kısa atmaya, dengemi bozmamaya çalışıyordum. Ben hep
önüme, hatta biraz ileri karşıma baktığım ve dikkatimi bir noktada topladığım
için, etrafımla, suyla ve su üzerinde sürüklenerek gelen orman kalıntıları ile
hiç ilgilenmiyordum. Karşı taraftan sürekli
bana cesaret veren arkadaşlarım, “ Aman dikkat, dikkat et.” diye arkası
arkasına, durmadan bağırıyorlardı. Ben onlara doğru bakmadan elimi kaldırarak,
“merak etmeyin geliyorum,” diye işaret ettimse de, onların beni ikaz eden
sesleri durmak bilmiyordu, sonunda “ dikkat et, kütük kütük…” sözlerini
duymamla, kendimi azgın sel sularının içerisinde bulmam bir oldu.
-
Meğer yukarılardan, selin önünde sürüklenerek gelen
kocaman ve kalın kütüklerin köprüye çarparak beni düşürebileceğini, bu durumun
da benim için ne kadar büyük tehlike
teşkil edebileceğini gördükleri için, arkadaşlarım feryat ediyorlarmış. Evet
sonunda beklenen olmuş, kalın kütüklerin köprüye hızla çarpması sonucu,
ayaklarımın altından gelen müthiş bir
sarsıntıyla dengem bozulmuş ve kendimi
sel sularının içerisinde bulmuştum.
Bereket versin yolun çoğunu yürümüş, menzile epeyce yaklaşmıştım. Ben suya
düşer düşmez, selin önünde sürüklenip gitmemek için hiç vakit geçirmeden,
köprünün bazı yerlerine dikilmiş olan direklerden birine tutunmalıydım. İşte bu
sebeple büyük bir gayret ve can havliyle, sağ elimi köprüye dayayarak bir-iki metre uzağımda olan direğe doğru
yaklaşmaya çalışıyordum. Ağzıma, burnuma dolan sulara aldırış etmeden, büyük
bir çaba ve gayret içerisindeydim.
Tehlike anında iki metrelik mesafeyi kat etmek bile meğer ne kadar zormuş. Direğe iyice
yaklaşınca, usta bir atlayıcı çevikliği ile direğe doğru müthiş bir hamle
yaparak sol elimle direğe tutunabilmiştim, ama sular öyle kuvvetli akıyordu ki tek
elle yapıştığım bu tutunmam yeterli
değildi; iki elimle birden direği yakalamam hatta belki de sarılmam
gerekiyordu. Sel suları ile birlikte, selin
sürüklediği orman ürünleri, her ne kadar korunmaya çalışsam da hızla
sırtıma, sol yanıma çarpıyordu. O kadar büyük bir mücadele içerisindeydim ki,
bu çarpışlardan bir acı duymuyordum, ancak başımı iyi korumam gerektiğinin farkındaydım.
Her an takatim biraz daha azalıyordu. O
anda en büyük yükü ve direnci direğe tutunduğum ellerim taşıyordu. Ancak
bir yandan direğin ıslak ve kaygan
oluşu, öte yandan ellerime oranla kalın olan direği yeteri kadar kavrayamadığım
için, beni orada tutan tek dayanaktan da yoksun kalmak üzereydim. Elim direkten
boşandığı anda, sel suları önünde sürüklenip gitmem işten bile değildi. İşte o
anda arkadaşlarım, benim can arkadaşlarım, ikisi birden bana doğru koştular.
İbrahim köprünün üzerinden gelerek, ata biner gibi köprüye oturduktan sonra,
direkten boşanmak üzere olan elimden yakalayarak, beni kıyıya doğru çekmeye,
hatta sürüklemeye başladı. Bu arada İsmail de hiç düşünmeden, kendi canını tehlikeye atarcasına suya dalmış, göğsüne kadar çıkan suyu yararak
ve yürüyerek bana doğru geliyordu. Arada az bir mesafe kalmıştı. İsmail’e,
“orada kal, gelme” diye bağırdım. İbrahim
elimden tutarak bana yardım ettiği için, sırtımı direğe dayayabilmiş ve
biraz rahatlamıştım. O ara Filozof,
İsmail’e seslendi, “elindeki değneği
uzat, çabuk ol, hadi durma.” Sol elimle İsmail’in uzattığı değneğe
yapışmış, öteki elim de İbrahim’in elinde olduğu halde, dirseğimle köprüden
destek alarak kıyıya çıktım.
-
Üçümüz de çok korkmuştuk. Uzun süre buz gibi soğuk
sular içerisinde kaldığımız için hepimiz çok üşüyorduk. Benim durumum öteki
arkadaşlarıma göre daha beterdi. Ayrıca dakikalarca verdiğim mücadeleden dolayı iyice yorgun
düşmüştüm. Titrediğimi, çenelerimin birbirine vurduğunu gören İbrahim, bir taraftan
elbiselerimin kol ve paçalarını sıkarak suyunu akıtmaya çalışırken, bir yandan
da “ Allah’a şükür kimseye bir şey olmadı, hadi bir an evvel ve hızlı yürüyerek evlerimize yetişelim, yoksa
donacağız, çabuk olalım, akşamüzeri hava daha da soğur,” dedi. Her zaman olduğu
gibi, yine İbrahim önde, ben en arkada olmak üzere, boz topraklı, kaygan ve
çamurlu yolda köye doğru yürümeye başladık. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Ben
sağ elimi koynuma sokarak, anam için topladığım çiçek buketimi elime aldım.
Hayret. çiçeklerime fazla bir şey olmamıştı. Saplarından topuk otu ile
bağladığım demet, biraz yassılaşmış ve örselenmişti ama, çiçekler hala
canlıydı. Bu güzel demetimin sap kısmından tutup, çiçekli kısmı aşağıya gelecek şekilde
silkeleyerek, üzerindeki sel sularının kalıntılarını da gidermeye çalıştım ve onu artık elimden hiç
bırakmadım. En arkada yürüdüğüm için arkadaşlarım beni görmüyorlardı ve ben
çiçek demetimi onca mücadeleye rağmen kaybetmediğime seviniyordum.
-
-
***
-
Hayvanlarımız eve gelip de biz gelmeyince, hepimizin
aileleri çok telaşlanmışlar. Bir taraftan bizi aramaya çıkacak ekip atlarını hazırlarken, diğerleri de ne olabilir, başımıza ne
gelebilir sorularına ve ihtimallere cevap bulmaya çalışıyorlarmış. Her kafadan
bir ses çıkıyor, herkes başka bir şey söylüyormuş. Genel kanaat bizim delice
kendimizi tehlikeye atmayacağımız, gelecek yardımı bekleyeceğimiz
doğrultusundaymış ama yine de herkesin içinde sakladıkları, ya aksi olmuşsa
ihtimali hiç akıllardan çıkmıyormuş. Analarımız sürekli ağlıyor, aile
büyüklerinin istişareleri kapalı bir odada devam ediyormuş. Sonunda bu
toplantıdan çıkan kararı babam açıklamış. “ Her aileden ikişer kişi atlarına
binerek bizi aramaya çıkacaklar, evlerde kalanlar da kurtuluşumuz için dua
edeceklermiş.”
-
Onlar bu endişeli durumda ve bizi kurtarmak için yola
çıkacak olanlar atlarını hazırlarken, tepeden tırnağa ıslak, yorgun argın,
dizlerimize kadar çamur içerisinde olduğumuz halde bizi karşılarında görünce,
herkesi bir sevinç kapladı. Bizi ilk gören İbrahim’in ablası Ümmi Gülsüm Abla
olmuştu.
-
“ Aha geldiler, bakın bakın üçü de sağ salim
geliyorlar, şükürler olsun!”
-
Bu haberle ortalık bayram yerine dönmüş, biraz önceki
endişeli bekleyişten şimdi eser kalmamıştı. Sevgili anacığım koşarak, iki katlı
olan evimizin merdivenlerinde beni kucakladı. Hiç konuşmuyordu. Kahredici bir
üzüntünün arkasından gelen bu sevinç karşısında ne diyeceğini bilemiyordu belki
de. Üzerine giydiği eski mantosunun eteği ile beni sarmalamış, bir eliyle benim
sol elimi tutmuş, öteki eliyle de omzumdan kavramış vaziyette ve birbirimize
yapışmış gibi birlikte yürüyerek içeri girdik
-
Ben, özenle topladığım, solmasın diye pınara ısladığım,
sel suları ile mücadele ederken koynumda sakladığım çiçek demetimi hala sağ
elimle sıkı sıkıya tutuyordum. Anam beni mantosunun eteğine sardığı zaman ise,
çiçek tutan elimi göğüs hizasına kaldırmış, çiçekleri adeta kalbimin üzerine
bastırmıştım. Sonunda gaz lambası ile aydınlanan, geniş
ocağında kalın meşe odunlarının gürül gürül yanarak
ısıttığı, hem kiler hem de mutfak olarak kullandığımız büyük odaya girdik.
-
Bir an önce üzerimdeki ıslak çamaşırlarımı
değiştirerek, beni rahata kavuşturmaktan başka bir şey düşünmeyen sevgili
anacığım, hala elimdeki çiçeklerin farkında değildi. Nihayet beni karşısına
alıp, ıslandığı için olması gerekenin
iki misli ağırlığa ulaşmış bulunan, siyah kadife ceketimi çıkarmama yardım
ederken, elimdeki çiçek demetini fark etti. Gözlerini gözlerime dikti, sanki o
bakışlarla aklımdan, fikrimden geçenleri anlıyor, damarlarıma, hücrelerime
varana kadar bütün duygularımı okuyordu. Sağ elimde kutsal bir emanetmiş gibi
tuttuğum çiçek demetini ona uzatırken,
-
“Bunu senin için toplamıştım anacığım, ama biraz
örselendi” dedim.
-
Sevgili, güzel,
melek huylu, canım anacığım çiçekleri elimden aldıktan sonra beni kendine doğru
çekerek ömrüm boyunca hiç unutmadığım, unutamayacağım bir sevgiyle bağrına
bastı. Artık hiçbir üşüme hissi duymuyor, o mübarek ana sıcaklığını ta içimde,
bütün benliğimde hissediyordum. Büyük bir üzüntüyle başlayıp, arkasından gelen
sevinçle taşan gözlerindeki yaşlar biraz kurumuşken, tekrar boşadı. Böylece ne
kadar kaldık bilemiyorum, sonunda beni omuzlarımdan tutup hafifçe kendisinden
uzaklaştırdı ve iki elini yanaklarıma bastırarak, titrek bir sesle
-
“Bu çiçekleri ömrümün sonuna kadar saklayacağım, hatta
mezarıma koymalarını vasiyet edeceğim, teşekkür ederim yavrum, teşekkür
ederim.” Dedi ve dudaklarında tatlı bir tebessümle öylece uzun süre yüzüme batıı
kaldı. Şimdi merak ediyorum, acaba o, hiç konuşmadan, sessizce yüzüme baktığı
anda ne düşünüyordu? O düşüncelerdeki derinliği, güzelliği ve duyguyu
yansıtabilecek bir şair, edebiyatçı, yazar , ressam acaba var mıdır veya gelmiş
midir bu cihana? Hiç sanmıyorum…
-
***
-
Aslında göz yaşlarını üç kısımda toplamak mümkündür.
Üzüntü ve acıdan dolayı akan göz yaşları: Bu ağlama şeklindedir bütün bedeni
hüzün kaplar, hareketler donuklaşır, kol kanat kırılmış gibidir. Yüz ifadeleri
asık, yüzdeki çizgiler derin, aşağıya doğru uzanan ve keder ifade eden
çizgilerdir. Ses tonu acı doludur. Eller dizlere, göğüse vurulur, bazen de
dirsek dize dayanarak ellerden biri alına götürülür, kişi ne yaptığının
farkında değildir. Allah böyle bir
ağlama sebebini kimseye yaşatmasın.
İkinci tür ağlama: Sevinç ve
mutluluktan dolayı yaşanan bir ağlama şeklidir ki, bu durumda ağlarken bile
yüzler ve gözler güler, ses ve vücut hareketleri canlı, yerinde duramaz bir
görünüm arzeder. Ellerliye göğsünü,
göbeğini, başını tutar, bazen parmağı ile karşısındakini gösterip bir takım
işaretler de yapar. Yüz hatları canlı ve
neşe doludur.
Üçüncü tür ağlama:
Duygulanmaktan dolayı yaşanan bir ağlama şeklidir ki; bu durumda gözler yaşla
dolar, ama genellikle yaşlar göz çukurunda kalır, bazen de sessizce yanaklara
doğru akar. Yüzde hafif bir tebessümle birlikte minnet ve teşekkür ifadeleri
okunur. Yüz hatları ötekilerden daha anlamlı, ses tonu daha derinden,
boğuk ve içtendir. Kişi yutkunarak
ağlamasını ve içinin kabarmasını
bastırmaya çalışır.
İşte
sevgili anacığım bir günde bu ağlama şekillerinin üçünü de tatmış ve yaşamıştı.
***
Aradan yıllar geçti, hala o
çocukluk arkadaşlarımla her fırsatta görüşür, konuşur, telefonlaşırız. Yarım
asırdan fazla bir zamandır “Allah’a şükürler olsun” aramızda en ufak bir kırgınlık,
dargınlık, küskünlük olmadı. Mümkün olduğunca sık bir araya gelmeye özen
gösteririz. Her görüşmemiz bizim için geçmişi yadetme ve birer sevinç
vesilesidir.
Rahmetli anama gelince; kaybedeli
uzun zaman olmasına rağmen, hala ona sunduğum bir demet kır çiçeği karşısında
duyduğu mutluluğu ve beni bağrına bastığı andaki ana sıcaklığını unutamadım.
Siz siz olun, ana-babalarınız,
yakınlarınız, arkadaş ve dostlarınıza her fırsatta sevgilerinizi, saygılarınızı
ifade etmeyi, hediyeleşmeyi sakın unutmayın- ertelemeyin - ihmal etmeyin.
-
.