7 Kasım 2012 Çarşamba


                                          KİTAP ADI : BİR DEMET ÇİÇEK


                                                       BİR  DEMET  ÇİÇEK
           
Okulumuz, toprağı kızıl renkli, taşlı  bir tepenin  eteğine kurulmuş, jandarma karakolu ile yan yana duran, çatısız, beş sınıflı bir bina idi. Kuran Harfleri kaldırılıp, onun yerine Latin Harfleri kabul edilince, okulların şekli de değişmiş, yurdumuzun bir çok köy ve kasabalarında insanlar  kendi okullarını kendileri yapmak  durumu ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu durumda fedakar milletimiz, yurdun her tarafında okul yapma işine dört elle sarılmış, her zaman olduğu gibi kendi üzerlerine düşeni bu sefer de fazlası ile yerine getirmişlerdi. İşte bizim okulumuz da köy muhtarlığının öncülüğünde, babalarımızın gayretleri ile, üç, beş dönümlük kırmızı topraklı,  fakat biraz meyilli bir bahçe içerisine, komşu köy ve ilçelerdeki örnekleri incelendikten sora özenerek inşa edilmişti. Böylece köyde okul olmadığı için okuyamayan yetişkinlerle, yaşları ilkokul öğrencisi olma çağını geçmiş genç insanlar bizlere bir kültür yuvası kazandırmış oluyorlardı.  Okul bahçesinin arazi  meylini   gidermek için,  bahçenin  iki yerinden uzunlamasına, harcı samanla karılmış çamurdan oluşan taş  duvar yapılmış,  yapılan duvarın arka kısmı toprakla doldurularak, zeminin meyli giderilmiş, hem de duvarın arka kısmındaki çukurluk düzeltilmiş, böylece birinin  diğerinden bir adam boyu kadar yükseklik  farkı olan iki ayrı bahçe meydana getirilmişti. Öğretmenler tarafından öyle bir kural konmamasına rağmen, küçük olan bahçede genellikle  kızlar,  okula bitişik olan büyük bahçede de erkek öğrenciler olarak bizler oynardık. Sabahleyin tek sıra olup, mıntıka temizliği yaptıktan sonra,  teneffüslerde  ve boş zamanlarımızda bağıra-çağıra koşup oynadığımız,  bazen bir kenara çekilerek çocuksu sırlarımızı paylaştığımız, okulda birlikte geçirilen onca zaman yetmeyip, akşam paydosunda evlerimize gelir gelmez, çantalarımızı bıraktığımız gibi, annelerimizin “oğlum daha yeni geldin, iki lokma bir şeyler yede öyle git” demelerine aldırmadan, birbirlerimizin evlerine, yahut oyun yerine  koştuğumuz o yılları ve o çocukluk arkadaşlarımı ömür  boyu unutamadım.
            Killi topraklar gibi,  kızıl renkli topraklar da suyu fazla geçirmedikleri için, sakız gibi yapışkan olurlar. Bir yağmur yağdığında ayağınıza yapışan çamurları ikide bir silmek zorunda kalırsınız, aksi halde ya ayakkabınızı ayağınızdan çeker alır, ya da ayaklarınıza yapışan çamurların ağırlığından yürüyemez hale gelirsiniz. O zamanın şartlarında bahçenin her tarafı betonlanıp ıslah edilemeyeceğine göre, hiç olmazsa bu kızıl topraklı bahçenin ortasından geçen   yolun çamurundan kurtulabilmek için, etrafı taş duvarla çevrili olan bahçesinin giriş kapısından okula kadar olan yere yassı taşlar döşenerek, iki metre  genişliğinde taşla kaplı  bir yol yapılmıştı. Ancak yolun  yassı taşlarla döşeli olmasına fazla güvenmek doğru olmazdı,  çükü  kızıl toprak da, boz renkli killi toprak gibi suyu geçirmeme özelliğinin yanında aynı zamanda çok kaygan olur, öyle ki  buz üzerinde kayıyormuşsunuz  gibi yassı taşların üzerinde kayarak düşmeniz her an mümkün olabilirdi.
            Evlerimiz yakın olduğu için komşumuz Hanif oğullarının benim yaşlarımdaki çocuğu İsmail’le ellerimizde birer, hava soğuksa ikişer odun olduğu halde  okula birlikte gider ve akşamları da yine birlikte dönerdik. Her öğrencinin getirdiği odun kendi sınıflarında yakılır, sınıflar kalabalık olduğundan bu odun da yeterli olurdu. İsmail okulun en çevik çocuğu idi. Tabanının çukuru fazla olduğu için yere sağlam basar, koşularda herkesi geçer, uzun atlama, mendil kapmaca, tura ve başka her türlü  oyunlarda onu kimse yenemez veya geçemezdi. Okulda  zaman zaman yapılan güreşlerde de hep o galip gelirdi. Okul paydos olduktan  sonra, yahut tatillerde çatısız,  toprakla kaplı evlerin üzerlerinde bilye oynamak için toplandığımızda,  oyunu hep  o kurar, yüksek sesle “Hadi gelin bakalım, sen oynuyor musun Ali, ya sen Hüseyin?” diyerek,  herkesi başına toplamasını bilirdi. Onun bilye atışı hepimizden farklıydı. İşaret parmağını orta parmağının üzerine koyarak, bilyesini eneklerin üzerine fırlatırken öyle gerilir, kendinden geçerdi ki, bilye parmaklarından fırlar fırlamaz, kendisi de o gergin halinin sonucu “küt”  diye çömelmiş vaziyetinden  kıç üstü yere oturur ve mutlaka hedefi de vururdu. Oyunlar esnasında olsun, diğer  zamanlarda olsun, başka  çocuklarla   aramızda çıkan mızıkçılık ve münakaşalarda, İsmail’in hep beni koruduğunu hisseder, bu sebeple ona içten içe minnet duyar ve teşekkür hissi beslerdim. Sakın çocuk deyip geçmeyin, çocuklar her şeyi bilirler. Hangi arkadaşının kendisine ilgi duyduğunu, öğretmenin kimi daha çok sevdiğini, çalışkan öğrencilerin birbirlerine göre durumlarını her çocuk gayet iyi bilir ve mukayeselerini de yaparlar. Bu bilgi, his ve duyguları kelimelerle birbirimize söyleyip, ifade etmesek de, İsmail’le aramızda çok sağlam bir arkadaşlık bağı oluşmuştu.
            Okullar yaz tatiline girdimi, bizim işimiz artık çobanlıktı. Sabahleyin dağarcıklara, yahut bezden yapılmış azık çantalarına konan azıklarımızı alarak, hayvanlarımızı önlerimize katar, köyün en uygun meralarından birine götürür, akşama kadar otlatır, güneş battıktan sonra da evlerimize dönerdik. Çalışma zamanımızda ölçümüz güneşti. Güneş doğarken evlerimizden çıkar, batınca dönerdik. Hayvanlarımızı en çok götürdüğümüz yer “Çağlayan” denen yerdi. Gerçi köye biraz uzaktı ama burası bu işe en uygun olan yerlerden biriydi. Bir kere köyün ekili arazilerinden uzak olduğundan burası  hem bizim için büyük rahatlıktı,  hem de şırıl şırıl derelerin aktığı, yerden kaynayarak, yahut tepelerin yamaçlarından çıktıktan sonra,  hayır sever bir vatandaşın maharetli elleriyle oyduğu çam oluklardan akan pınarların suladığı yamaçlar, her mevsim yem yeşil otlarla kaplı olduğundan, hayvanlarımızı çoğu zaman buraya getirirdik. Hayvan deyip geçmemek lazım, onlar bile çok yukarılara, ormanların içerilerine kadar uzayıp giden vadilere giderek, oralarda  yayılma imkanları  olmasına rağmen, bu işin lüzumsuzluğunu ve zorluğunu biliyorlarmış gibi, hiçbir zaman   fazla uzaklara gitmezlerdi. Bu rahat ortamda biz de horultu halinde sesler çıkardığı için dertli pınar diye adlandırılan ve yerden kaynayıp akan, bol sulu pınarın başındaki büyük çam ağacının dibinde oturur veya oynardık. Dağlardan, vadilerden  akıp gelen dereler, yerden kaynayarak çıkan, yahut sazlıklardan, sulak yerlerden süzülerek akan yer altı suları derelerle birleştikten sonra, biraz ilerideki yüksek, çok yüksek bir uçurumdan aşağıya doğru şarıl şarıl sesler çıkararak dökülürken, düşen sulardan ayrılan su zerrecikleri etrafa yayılır, yüzümüze kadar gelerek bizi serinletirdi. Öyle sanıyorum ki bu semte “Çağlayan” ismi bu özellikten dolayı verilmiştir.
            Bir gün öğretmenimize, su gücü ile değirmenlerin döndürüldüğünü  biliyoruz, çok yükseklerden dökülen  çağlayan suyunun gücünden de istifade edilip, bir şeyler yapılamaz mı? diye sormuştum da,  öğretmenimiz yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, bir çok şeyi biliyor da söylemek istemiyormuş gibi bir tavırla, “yapılır yapılmasına ama oğlum yapan nerde, kim yapacak?” Diye cevap vermişti. Öğretmenimizin çekimser tavrının 1950 li yılların şartlarından kaynaklandığını yıllar sonra ancak anlayabilmiştik.
            Mevsiminde,  kırlardan ve çamların aralarından topladığımız mantarları, iç kısmına tuz serperek, kor ateş üzerinde pişirip, ağzımız yanarak yemek pek keyifli olurdu. Hayret! Bir karış boyumuzla, o yaşta zehirli mantarları, zehirsizlerinden ayırt edebilirdik. En çok ta ateş üzerine ters olarak koyduğumuz mantarları, saplarından tutarak  iç kısımlarında biriken suları ile birlikte yemek hoşumuza giderdi, zaten yerken ağzımızın yanması da bu yüzdendi.
            Bir gün yine önümüze kattığımız  hayvanlarımızı, yol kenarlarına ekilmiş olan mahsullere zarar verdirmeden, Çağlayan merasına götürüyorduk. O gün yanımızda İbrahim Osmanoğlu da vardı. Biliyor musunuz? İbrahim adı da, Osmanoğlu soy adı da  hep hoşuma gitmiştir, hala da öyle. İbrahim bizden birkaç yaş büyüktü, ama onun asıl önemi bizden yaşça büyük olması değil, çok zeki bir çocuk olmasıydı. Derslerde herkesten başarılı, olgun ve akıllı biriydi İbrahim Osmanoğlu. Bu yüzden öğretmenimiz ona filozof derdi. Filozofun anlamını bilmeden, öğretmen öyle söylediği için biz de ona filozof derdik. Bu kelimenin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini o bilir miydi bilemiyorum, ama bu lakabın İbrahim’in de hoşuna gittiği her halinden  belliydi. Doğrusu filozof lakabı İbrahim’e en çok yakışan sıfattı, çünkü onun her hali diğer çocuklardan farklı, şakası bile o yaştaki birine göre olgun ve anlamlıydı. Hayatımın çocukluk ve ilk gençlik yılları dönemlerinin önemli istikamet taşlarından biridir İbrahim Osmanoğlu. O’na hep sevgi, saygı, hayranlık  ve minnet duymuşumdur; çünkü o buna fazlasıyla layık bir kişiydi. 
            İşte biz bu  üç arkadaş olarak her gün çağlayana merasına giderken, yolumuzun üzerinde ve mutlaka  geçmek zorunda olduğumuz iki tane çay vardı. Biri köy sınırlarının  kuzey batısından, diğeri güney batısından çıkan ve doğuya  doğru akan bu çaylar,  ileride birleştikten sonra, ötelerde, çok uzaklarda, dağların arka taraflarında Ceyhan  Nehrine dökülürmüş, öğretmenimiz öyle derdi. Öğretmenimiz öyle derdi  demesine ama,  o bunları anlatırken ben, bu akar suyun o yüce dağları nasıl aştığını çocuksu aklımla düşünmeden edemezdim. Köy sınırlarının güney batısından çıkarak güneye doğru akan çaya Kırksu Çayı denirdi ki, yağmurlu havalarda çok kabarır, çevresinde  ne varsa siler süpürür, etrafındaki tarlalara kadar taşardı. Köye yakın olan çayın üzerinde  beton köprü olduğu için onu geçmek kolaydı, ama  Kırksu Çayının köprüsü yan yana konmuş ve uç uca getirilerek, çayın bir başından, öbür başına uzatılan ikişerden dört  kalınca ağaçtan ibaretti. Çayın en uygun yerine, suyun üzerine uzatılan bu ağaçtan köprü, birkaç yerinden direklerle desteklenmiş olsa da, mesafe uzun olduğu için üzerinde yürürken sallanır, sallandığı için de düşecek gibi olur, içimiz ürperir ve her seferinde üzerinden korkarak yürürdük. Bazen ağaçtan köprüyü sallayarak, birbirimizi özellikle korkuttuğumuz da olurdu. Normal zamanlarda köprüden aşağı düşülmüş olsa bile tehlikeli değildi, çünkü sadece ayaklarımız veya en fazla belden aşağı kısmımız ıslanırdı o kadar, ama yağışlı havalarda çay iyice kabardı mı, işte o zaman tehlike büyük olurdu.
            O gün sabahtan itibaren havada mevsim normalinin üzerinde bir sıcaklık vardı ama öğleden sonra bu sıcak hava yerini insanı üşüten bir rüzgara bırakmıştı.  Aynı zamanda dört tarafı, gökyüzünün her yanını birden kara bulutlar kaplayıvermişti. Bazen güneş gülen yüzünü gösterir gibi olsa da, bulutlar “sen de nereden çıktın, saklan arkamıza” der gibi hemen onu örtüyor, dağların zirvelerinden etrafa yayılan yağmur yüklü bulutlar, yavaş yavaş uzaklara doğru yayılıyordu.
            Hayvanlarımızı her gün götürüp otlattığımız yerlere bıraktıktan sonra, biz de mantar bulabilmek umudu ile  etrafa  dağıldık. Mantar çabuk büyüyen ve çoğalan bir mahsuldür, hani “mantar gibi bitiyor” derler ya işte öyle bir şey. Bugün topladığınız mantarların yerinde bir de bakarsınız ikinci, üçüncü gün aynı miktarda mantar çoğalıvermiş. O gün ben hem mantar bulmak, hem de kır çiçeklerinden oluşan güzel bir demet çiçek toplayarak,  akşam anama vermek istiyordum, bunun için gözüm mantardan çok çiçeklerdeydi. Özellikle çiğdem, nergis, menekşe, bir de daha çok su kenarlarında hatta suyun üzerinde yetiştiği için bazı yörelerde adına suçiçeği denen, aslında sarı, beyaz, pembe renkleri olan o güzelim nilüfer  çiçeklerinden büyük bir demet yapacaktım. Çiçekleri yeşil yaprakları ile birlikte koparmaya özen göstermeliydim, çünkü çiçek demetlerinin öyle daha güzel görüleceğine inanıyordum, hem de bu şekilde hazırlanan bir çiçek demeti daha uzun zaman solmadan, pörsüyüp buruşmadan dayanabilirdi. Arada bir, bizim oralarda adına yavşan denen, boz renkli, çiçeği olmamakla birlikte çok güzel kokan bitkilerden de demetime ilave ediyordum. Sonunda uzunca kopardığım sapları elimi dolduracak kadar büyük ve çok  güzel bir demet çiçeğim olmuştu.

                                                                             ***
            Bizim evin önünde  bir bahçemiz vardı. Fazla büyük olmayan  bu bahçenin kenarlarında erik, şeftali, ayva ağaçları,  bir iki tane de asma,  biraz uzağında büyük bir de dut ağacı  vardı. Orta kısım ekime elverişli olduğundan bu bahçeye anam her çeşit sebzeyi ekerdi. Kabaklar çok uzayıp,  fazla yer kapladığı için onlar en kenar yerlere ekilir ve bu kabakların açtığı ilk  yoz çiçeklerden yapılan çiçek dolmasının tadına doyulmazdı. Köyün pınarından gelen ter temiz su ile sulanan bahçemizin geri kalan yerlerine de salatalık, domates, fasulye, patlıcan gibi diğer sebzeler ekilirdi, bir de maydanoz ve nane. Mis kokulu  reyhanların ekilmesi ise hiç ihmal edilmezdi. Reyhanla fesleğen koku bakımından aynıdır, ama görünüş olarak farklıdırlar. Reyhanın yaprakları daha geniş ve mor renklidir,  fesleğenin yaprakları ise daha küçük ve yeşil renkte olur. Bahçede reyhan  için ayrılan bölüme çeşitli  çiçekler de ekilirdi. Ben en çok kadife çiçeğini severdim.
            Bahçe işlerini genellikle anam idare ederdi. Su, gübre ve bakım  problemi kolayca giderilen  bu küçük bahçe, çok verimli idi. Etrafı tavukların bile giremeyecekleri kadar sık ve  güzel bir şekilde çevrilip kapatılmış, kapısında devamlı küçük bir kilit bulunan  bahçemize anam her gün iner, ihtiyaç duyulan sebzeleri günlük olarak toplar, önünde hep bağlı olan, küçük, pöti kare desenli önlüğüne doldurur, ayrıca yine önlüğüne koyduğu reyhan ve kadife çiçeklerini eve dönüşte rastladığı gençlere, komşu çocuklarına ve bizlere bir reyhan, yanında bir de kadife çiçeği  olmak üzere, yüzünde tatlı bir tebessümle uzatırken, “ Alın, sizin gibi taze ve güzeldir” derdi. Bu küçük ikramdan hepimiz, özellikle ilk gençlik çağlarına girmekte olan utangaç  çocuklar, bizimle birlikte bulunan oyun arkadaşlarımız  çok memnun olurlardı. Anamın yürüyüp gittiği yollara  hep reyhan kokusu yayılırdı. İşte bize ve komşu çocuklarına her zaman çiçek ikram etmeyi bir huy ve alışkanlık haline getirmiş olan anacığıma, o gün de ben bir demet çiçek sunacaktım. Bu hareketimin onun çok hoşuna gideceğine inanıyor, anamın yüzündeki mutluluk ve memnuniyet ifadesini bir an evvel görebilmek için sabırsızlanıyor, eve dönüş zamanının gelmesini dört gözle bekliyordum. Topladığım çiçek demetini ip gibi uzayan ve kolay kolay kopmayan, adına topuk denen yeşil otla güzelce bağladıktan sonra, solmasın, akşama kadar canlı kalıp tazeliğini korusun  diye, çeşmenin en uygun yerine sapları suya gelecek şekilde bırakacaktım. Böylece çiçeklerim, anacığıma takdim ettiğimde, yeni toplanmış gibi taze, buruşmamış, pörsümemiş olacaktı. Vefakar anacığıma kendi ellerimle çiçek demetimi sunduğumda, kim bilir ne kadar mutlu olacaktı. Yüzüme tebessüm ederek tatlı tatlı bakacak, hediyemi bir eli ile alıp, öteki eli ile ah yavruum diyerek başımı şefkatle okşadıktan sonra, yanaklarıma benim için en güzel ve en değerli armağan olan buselerini konduracaktı. İşte o anın bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyor, hava kapalı, saatim de olmadığı için nereye bakacağımı, vakti nasıl öğreneceğimi bilemiyordum.
             Ben bu çiçeklerle meşgulken, İsmail’le, İbrahim topladıkları mantarları pişireceğimiz ateşi yakarak, her şeyi hazır etmişlerdi bile. Hiç mantar bulamadığım için biraz mahcup, elimde büyük bir çiçek demeti ile yanlarına geldiğimde, filozof,
-Ne o,  çiçekleri mi pişirip yiyeceğiz ? dedi.
 Ben
- Hayır, ama ben mantar bulamadım,  dedim.
- Peki bu çiçekler nedir?
- Anama götüreceğim.
- Haa, o zaman başka,  dedi.
Filozoftan onay aldıktan sonra çiçek demetimi çeşme suyunun hızlı akmayan, durgun bir  yerine yalnız sapları suya gelecek şekilde bıraktım.
            Yakılan  ateşin üzerinde,  topladığımız, daha doğrusu arkadaşlarımın topladıkları mantarları pişirirken, azıklarımızı da çıkardık. Sacda pişirilip, tereyağı ile yağlanmış peynirli börek, haşlanmış yumurta, yine haşlanmış patates ve yanında soğan ve domatesten oluşan azıklarımızı mantarlarla birlikte şakalaşarak yedik. Doğrusu o gün ben, mantar toplama işinde başarılı olamadığım için yerken çekiniyordum. Filozof bu işin farkında olmalı ki, durmadan bana yemem için ısrar ediyor, kendi elleri ile en iyi pişen mantarlardan önüme koyuyor, bana ikram ediyordu.
Benim canım filozofum, arkadaşım, sırdaşım, dostum…  
            Çağlayan bölgesinde çobanlık kolaydı. Her taraf diz boyu ot olduğundan, hayvanlarınız dere  kenarlarında, yamaçlarda, fazla uzaklara gitmeden, diken çalılar, bodur ağaçlar, kayalar arasında  sere serpe gezinir,  yayılır ve akşamüzeri  Çağlayan  Deresinde  toplanırlardı. Karınları iyice doyunca, düzlük yerlerde, çayırların üzerlerinde geviş getirerek  yatarlar, havalar biraz serinleyince de kalkıp, tekrar yayılmaya başlarlardı. Bu hep böyle devam eder, biz de canımızın istediği gibi serbestçe hareket eder, oynardık. Ancak o gün durum her zamankinden farklı görünüyordu. Çünkü sabahtan itibaren görülen kara bulutlar, ikindiye doğru her tarafı kaplamış, dağların zirveleri gökyüzü ile birleşmiş, ufuk adeta görülmez olmuştu. Kırksu mevkiindeki ormanlık bölgeye ise daha şimdiden  yağmur yağmaya başlamıştı bile. Bu durum tabii olarak bizi endişelendiriyordu. Filozof, oturduğu yerden ayağa kalktı, etrafa şöyle tetkik eder gibi dikkatlice baktı, “ Kırksu tarafına çok şiddetli yağmur yağıyor. Birazdan  buralara da gelir. Bu gün başka günlere benzemez, çok geç kalmadan köye dönmeliyiz, sonra Kırksu Çayı taşarsa geçmemiz  tehlikeli olabilir, şimdi hepimiz etrafa dağılalım, hayvanlarımızı şurada toplayalım,” dedi. Şurada derken eliyle köye döneceğimiz yolu gösteriyordu. Üçümüz de ayrı yöne dağıldık. Derelerde, çayırlıklarda, ormanların içlerinde kendi hallerinde otlamakta olan, hepsi  büyük baş  hayvanlarımızı bulup, tamam olup olmadıklarını sayarak tespit ettikten sonra, Çağlayan Deresinden aşağıya doğru giden yolun kenarında topladık. Bu arada Filozof’un dediği gibi yağmur da başlamıştı. Önce gök yüzünde parlak izler bırakarak, ucu yerlere kadar uzanan korkunç bir şimşek çakmış, arkasından gök gürültüsü ve tekrar şimşek, bunun arkasından da  bardaktan boşalırcasına, insanda hiç sonu gelmeyecekmiş gibi bir his ve endişe uyandıran, iri taneli, sağanak halinde  yağmur yağmaya başlamıştı. Hepimiz ne yapacağımızı şaşırmış, panik halinde, ıslanmamak için  sık  dalları etrafa yayılmış, büyük ağaçların diplerine sığındık, ancak yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, değil ağaç dibi, belki evlerimiz bile bu kadar yağmura dayanamaz, akabilirdi. Büyük bir ihtimalle bu durumdan hayvanlarımız da bir şey anlayamamış ve şaşırmış olmalılar ki, birbirlerine sokulmuş vaziyette, toplu olarak bıraktığımız yerde duruyorlardı. Aramızda en soğuk kanlı olanımız İbrahim’di. Bakışlarını yüzümüzde gezdirerek, “ iyi ki hayvanlarımızı yağmur başlamadan burada toplamışız, yoksa etrafa bir dağılsalardı bu havada onları bulamazdık,” diye bir durum değerlendirmesi yaptı ve ilave etti. “ Yağmur biraz durunca buradan hemen gidelim, vakitli Kırksu Çayını geçmemiz lazım, yoksa…” Filozof bunları konuşurken ne İsmail’den ne de benden hiç bir ses çıkmıyordu.  Dalları etrafa yayılmış,  kocaman bir çam ağacının dibine sığınmış olmamıza rağmen, üzerimizde iğne ucu kadar kuru bir yerimiz kalmamıştı. Ne yapacağını bilmez halde, olduğumuz yerde hiç kımıldamadan öylece duruyorduk, zaten yapabilecek başka bir şey de  yoktu. Ayakta durmaktan yorulunca çömeliyorduk, çünkü üstümüz-başımız  gibi yerler de ıslak, hatta çamur olduğu için oturmamız mümkün değildi. Yaklaşık  bir saatten fazla bir zamandan beri yağan yağmurun şiddetinde hiçbir azalma olmamıştı.
            Uzun zamandan beri birbirine sokulmuş vaziyette, yağmur altında bekleşen hayvanlarımızı daha fazla o şekilde tutamazdık, zaten kendi derdine düşmüş, mallarımıza  bakacak ve onlarla ilgilenecek  halimiz kalmamıştı. Bu sebeple önce öküzler, arkasından inekler ve diğer hayvanlar peş peşe düşüp köyün yolunu tuttuklarında, onlara mani olmadık. Filozofun dediğine göre, Hayvanlar bu havada hiçbir yerde eğlenmeden, kimsenin ekili arazisine zarar vermeden, doğru köye, yani evlerimize kadar giderlermiş. Her ne kadar hava kapalı olduğu için güneşi göremiyor, dolayısı ile vakti  bilemiyoridiyisek ta, zaten eve dönüş  saati de yaklaşıyormuş; Sevgili Filozofumuz böyle diyordu.
            Yağmurun biraz hafiflemesini fırsat bilerek, sonunda biz de çam altı sığınağından çıkıp, köyün yolunu tuttuk. Arkadaşlarım, ovadaki kadar olmasa da yine de  çamurlu, yer yer taşlı patika yolda ilerlerken,  ben onlardan ayrıldım, suya bıraktığım çiçek demetimi almak için koşarak pınara gittim. Herkes kendi telaşında olduğu için, kimse benim bu ayrılışımın farkına varmadı. Öyle saatlerinde toplayarak, karışık kır çiçeklerinden özenle yaptığım,  köklerini itina ile suya bıraktığım çiçek demetimin her tarafı, sanki suya batırılmış gibi yağmurdan ıslanmıştı. Demeti elime aldım, örselemeden, hafifçe sallayarak, üzerindeki yağmur sularını döktükten sonra, koşarak arkadaşlarıma yetiştim. İbrahim önde, İsmail onun arkasında, ben ise en arkada olduğum halde, biraz hafiflese de hala devam eden yağmura  aldırmadan, tek sıra halinde,  peş peşe, hiç konuşmadan  yürüyorduk. Bizden önce yola revan olan hayvanlarımız o anda çaya varmışlar, karınlarının alt kısmı su içerisinde kalmış vaziyette çayı  geçiyorlardı. 
            Yamaçtan düzlüğe inince, yürümek daha da zorlaşmıştı. Boz renkli killi toprağın yapışkan çamurları, “ Cızlavet” marka kara lastik ayakkaplarımıza yapışıyor, uygun yerlere ayaklarımızı silerek yürümeye çalışıyorduk. Çamurlu yerlere basmaktan sakınmak için, patika yoldaki büyükçe taşlara basma gayreti içerisinde oluyorduk ama, o zaman da  ayaklarımıza yapışmış olan sakız gibi özlü çamurdan dolayı ayaklarımız kayıyor ve düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorduk. Birbirimizin morallerini bozmamak için dillendirmesek te, Kırksu Çayı üzerine yan yana  uzatılmış, geçmesi oldukça zor olan ve  iki ağaçtan oluşan köprüdeki tehlike aklımızdan hiç çıkmıyordu. Ya su iyice kabarmış, köprüyü de alıp götürmüşse, veya köprünün üzerinden de aşıyorsa, o zaman ne yapacak, yolumuza nasıl devam edecektik? Yağmurun hızı epeyce kesilse de hala yağmaya devam ediyordu. Bu kadar çok  yağıştan sonra, sel sularının en azından köprüye değerek, boz bulanık aktığı kesindi. Peki bu durumda uç uca uzatılmış, ikişerden  dört ağaçtan oluşan köprü, bize sırat köprüsü gibi görünmez miydi? Bu durumda ya gözlerimiz kararır, başımız döner de suya düşersek, o zaman halimiz nice olurdu? Bu düşüncelerle sessizce ve önüme bakarak yürüyordum yürümesine, ama arkadaşlarımın da benzer düşünceler içerisinde olduklarını adım gibi biliyordum. Sonunda düşe kalka, korkulu rüyamız olan çaya yaklaşınca gördük ki, çay yatağını iyice doldurmuş, tahmin ettiğimiz gibi,  etrafındaki tarlalara kadar taşmış, önüne kattığı her şeyi sürükleyerek, boz bulanık akıp gidiyordu.
            Suyun üzerine uzatılan ağaçtan köprülerin iki ucuna, birer tane de orta kısımlarına kalın ve ardıç ağacından çatal direkler dikilerek, köprü toprak seviyesinden bir metre kadar yükseltilmişti. Şayet böyle yapılmış olmasaydı, büyük ihtimalle  sel suları  köprüyü de sürükleyip götürmüş olacaktı. O kadar yüksekliğe rağmen yine de o çamurlu, bulanık sular köprünün alt kısmını yalayarak akıyor, bazı yerlerde de üzerinden aşıyordu. Bu durumda  köprünün bir kısmı sular içerisinde kalmış vaziyetteydi. Her bir ayağımızda birer okka kaygan çamurla, düşe kalka çaya kadar gelebilmiştik  ama şimdi ne yapacaktık? Asıl problem şimdi başlıyordu. Üçümüzün de yüzlerimizdeki korku ifadelerini okumak zor değildi. Yardım alabileceğimiz birilerini görebilmek umudu ile durmadan  etrafımıza bakınıyorduk, ama görünürlerde tek bir canlı yoktu. İsmail’in iri, mavi gözleri korkudan daha büyümüş olarak sordu,
           - Şimdi ne yapacağız?
            Ben, elimde sıkı sıkıya tuttuğum çiçek demetini, gömleğimin iki düğmesini açıp, kimseye çaktırmadan  koynuma koyduktan sonra,
            - Evet, gerçekten şimdi ne yapmalıyız İbrahim? dedim.
            Bütün umudumuz ondaydı. Zaten son kararları hep o verirdi. İbrahim bir şey keşfediyormuş, içinde bulunduğumuz zor durumumuza bir çözüm bulmaya çalışıyormuş gibi, suskun ve düşünceli olarak etrafa, uzaklara, azgın sulara bakıyor, ötelerden, gök yüzünden medet umarcasına, endişeli nazarlarını hiç durmadan yağan yağmurun geldiği taraflara, semaya çeviriyor, çok uzaklardaki ormanla kaplı dağlara bakarken mübarek dudakları kıpırdıyordu. Belli ki sevgili filozofumuz her zaman olduğu gibi, o anda da yegane sığınağımıza tevessül edarek durmadan dua ediyordu. Sonunda kesin karara varmış bilge bir kral gibi,  bu konudaki son sözünü söyledi.
“Bu yağmurun duracağı yok. Baksanıza her taraf iyice kapalı, sanki gök yere inmiş. Yağış şimdi buralarda kesilse  bile, dağlara, ormanlara yağmaya devam edecek, bu da selin artarak devam etmesi anlamına gelir. Bakın, hayvanlarımız bizden erken gittikleri için suyu rahatça geçmişler, keşke biz de biraz erken gelmiş olsaydık, o zaman ne iyi olacakmış ama artık bunları konuşmanın ve hayıflanmanın bir anlamı yok, yapacağımız iş dikkatlice, birbirimize destek olarak, korkuya ve paniğe kapılmadan bu sırat köprüsünü geçmektir. İşimiz zor, ama biz de bu işin üstesinden gelebilecek durumda ve kabiliyette insanlarız, korkmak ve paniklemek bize yakışmaz. Anlamlı ve endişeli bakışlarını  baştan ayağa üzerimizde gezdirdikten sonra,
-                                        Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
-                                        ……………………………
-                                        Yapabilir misiniz, geçebilir misiniz burayı?
-                                        …………………………………
-                                        Gözünüz kesiyor mu?
-                                        …………………………………
-                                        Korkmuyorsunuz değil mi?
-                                        …………………………………
-                                        Ne var korkacak, zaten her gün üzerinden geçtiğimiz köprü  aynı köprü değil mi, ne var ki çayın suyu bu gün biraz fazla, şu orta kısım azıcık suyun içerisinde kalmış, işte orada biraz dikkatli olduk mu iş tamam demektir. Ben önden yürüyeceğim, köprünün yarısını geçip öbür başa doğru yaklaşınca İsmail sen geleceksin arkamdan, Parmağını bana doğru uzatarak ve cesaretimi artırmak ister gibi, sesini yükselterek…”Ondan sonra da sen,”  dedi.
-                                        Bir önüne kattığı her şeyi,  her türlü orman kalıntılarını sürükleyerek, boz bulanık akan suya bakıyordum, bir de o azgın sel sularının üzerindeki uç uca uzatılmış, ikişerden dört yuvarlak ağaçtan oluşan köprüye. Ayaklarımızdaki kaygan çamurlu ayakkabılarımızla o yuvarlak ağaçların üzerinden karşıya geçmek, cambazın ip üzerinde yürümesinden daha zor görünüyordu bana, ama başka çaremiz de yoktu.
-                                        Önce İbrahim seslice “Bismillah” diyerek köprünün üzerine çıktı. Öyle sanıyorum ki, besmeleyi sesli söylemesinin sebebi bize, siz de benim gibi yapın demekti. Bir ayağı ağacın birinin üzerinde, öbür ayağı da öteki ağaçta olduğu halde, çok dikkatli bir şekilde, önüne bakarak, arada bir durup, daha ne kadar mesafe kaldığını görmek ister gibi karşıya baktıktan sonra, tekrar gözleri ayaklarından bir metre kadar ileride olduğu halde karşı tarafa geçti. Köprünün baş tarafına dikilmiş olan çatal dikeçlerden tutunarak sel suları ile kaplı olan yere basmadan, köprü hizasından biraz alçak olan  karşı tarlanın kenarındaki çimenli yere atladı. Oralara kadar taşan çayın sularının küçük dalgacıkları, İbrahim’in ayaklarına çarpıyor ve bileklerine kadar ayaklarını su içerisinde bırakıyordu, ama onun bu duruma aldırdığı yoktu. Filozof bize doğru baktı. Kendisi yürümeye başlarken İsmail’e, “ Ben köprünün öbür ucuna yaklaşınca sen de arkamdan gel,” demişti. Ama  buna rağmen ne İsmail’de, ne de bende hiç bir hareket yoktu. İçinde bulunduğumuz durumu  gören ve büyük ihtimalle bize kızan İbrahim, iki elini de bize doğru uzatarak, “hadiii” dedi. İkimiz de çok korkuyorduk. Tereddüt ettiğimizi gören Filozof, “ ne bekliyorsun? Bu işi sen yapacaksın, başkası değil ve mutlaka başaracaksın, başarmaya mecbursun, hadi durma.” İsmail isteksiz olarak köprünün üstüne çıktı ve aynen Filozofun yaptığı gibi yürümeye başladı. Çayın karşı tarafında olan İbrahim durmadan ona cesaret veriyordu. “Aferin sana, ha gayret, az kaldı hadi biraz daha.” Bir ara İsmail’in ayağı kaydı ve düşecek gibi oldu. İki elini iki yana açarak cambazlar gibi dengesini sağlamaya çalışıyordu. İbrahim durmadan  “Aman dikkat, ayaklarına ve suya bakma, biraz ileriye doğru bak, derin nefes al  ve  sakın korkma, ha şöyle, iyi iyi, çok iyi.” Bütün bu gayretlerin  sonunda nihayet İsmail de yolculuğunu  başarı ile tamamlamış ve karşıya geçmişti. İbrahim onu tebrik eder gibi omuzlarından tutarak sarstı, arkasından birbirlerine sarıldılar. Şimdi sıra bendeydi. Bir köprüye, bir de altından geçen azgın sulara tekrar  baktım. Yukarılardan, Kırksu Boğazındaki ormanlardan sellerin  sürükleyerek getirdiği odunlar, uzun ağaç dalları, orman idaresinin kestirerek hazırlattığı kerestelerin bir kısmı, hatta tomruklar sel sularının önünde sanki  saman çöpü gibi sürüklenip gidiyorlardı. Bu ağaç ve odunlardan çayın kenarlarında, sığ yerlerinde takılıp kalanlar da oluyordu. O kadar yağıştan sonra iyice kabaran sular, köprünün alt kısmına değerek, bazen da köprünün üzerinden aşarak aktığı için, sellerin önünde sürüklenip giden ağaçların bazıları, köprüye çarptıktan sonra, orada  takılıp kalıyordu. Bu ağaçtan köprünün tam orta yeri bel verdiği  ve suya daha yakın olduğu için, köprü ayaklarımızı ıslatacak kadar su içerisinde  kalmıştı, işte orada, o bölgede çok dikkatli olmalıydım. İsmail de tam orada düşme tehlikesi geçirmişti. Suyun öbür geçesindeki arkadaşlarımın ikisi birden ve aynı zamanda bana seslendiler, “ Haydi, şimdi de sıra sende, korkma, Allah’ın izni ile başaracaksın.” Çaresiz ben de İbrahim’in yaptığı gibi besmele çekerek köprünün üzerine çıktım. Ayak kaplarımı yıkadığım, yahut zaten hep su içerisinde olduğumuz için  kendiliğinden yıkandıklarından, çamurdan dolayı kayma tehlikesi yok, fakat bu seferde köprünün  ıslak olması  sebebi ile aynı tehlike hala vardı. Tam  yürümeye başlayacaktım ki, biraz önce koynuma soktuğum çiçek buketimi hatırladım, acaba yerinde duruyor muydu? İçimden, amaan şimdi sırası mı diye geçse de, o merakımı yatıştırmadan dikkatimi bir noktada toplayamayacağımı anladım ve  sağ elimi koynuma sokarak, çiçeklerimi kontrol ettim, tamam, kocaman demet biraz yassılaşmıştı, ama yerinde duruyordu. Onu şöyle bir düzeltir gibi yaptıktan sonra, sağ ayağımla köprünün üzerinde ilk adımımı attım. Ben de öteki iki arkadaşım gibi bir ayağım yuvarlak ağacın birinin üstünde, öteki ayağım da diğerinin üstünde olduğu halde yürümeye çalışıyordum, bu yürüyüş şeklimle  yeni sünnet olmuş çocuklara  benziyordum. Bu iş pek korktuğum kadar değilmiş diye düşünerek, tam köprünün orta kısmına kadar  gelmiştim. Burası köprünün en tehlikeli olan yeriydi. Ayaklarımı mümkün olduğunca sağlam basmaya, adımlarımı kısa kısa atmaya, dengemi bozmamaya çalışıyordum. Ben hep önüme, hatta biraz ileri karşıma baktığım ve dikkatimi bir noktada topladığım için, etrafımla, suyla ve su üzerinde sürüklenerek gelen orman kalıntıları ile hiç ilgilenmiyordum. Karşı taraftan sürekli  bana cesaret veren arkadaşlarım, “ Aman dikkat, dikkat et.” diye arkası arkasına, durmadan bağırıyorlardı. Ben onlara doğru bakmadan elimi kaldırarak, “merak etmeyin geliyorum,” diye işaret ettimse de, onların beni ikaz eden sesleri durmak bilmiyordu, sonunda “ dikkat et, kütük kütük…” sözlerini duymamla, kendimi azgın sel sularının içerisinde bulmam bir oldu.
-                                        Meğer yukarılardan, selin önünde sürüklenerek gelen kocaman ve kalın kütüklerin köprüye çarparak beni düşürebileceğini, bu durumun da  benim için ne kadar büyük tehlike teşkil edebileceğini gördükleri için, arkadaşlarım feryat ediyorlarmış. Evet sonunda beklenen olmuş, kalın kütüklerin köprüye hızla çarpması sonucu, ayaklarımın altından gelen  müthiş bir sarsıntıyla dengem bozulmuş ve  kendimi sel sularının  içerisinde bulmuştum. Bereket versin yolun çoğunu yürümüş, menzile epeyce yaklaşmıştım. Ben suya düşer düşmez, selin önünde sürüklenip gitmemek için hiç vakit geçirmeden, köprünün bazı yerlerine dikilmiş olan direklerden birine tutunmalıydım. İşte bu sebeple büyük bir gayret ve can havliyle, sağ elimi köprüye dayayarak  bir-iki metre uzağımda olan direğe doğru yaklaşmaya çalışıyordum. Ağzıma, burnuma dolan sulara aldırış etmeden, büyük bir  çaba ve gayret içerisindeydim. Tehlike anında iki metrelik mesafeyi kat etmek bile  meğer ne kadar zormuş. Direğe iyice yaklaşınca, usta bir atlayıcı çevikliği ile direğe doğru müthiş bir hamle yaparak sol elimle direğe tutunabilmiştim, ama sular öyle kuvvetli akıyordu ki tek elle yapıştığım bu tutunmam  yeterli değildi; iki elimle birden direği yakalamam hatta belki de sarılmam gerekiyordu. Sel suları ile birlikte, selin  sürüklediği orman ürünleri, her ne kadar korunmaya çalışsam da hızla sırtıma, sol yanıma çarpıyordu. O kadar büyük bir mücadele içerisindeydim ki, bu çarpışlardan bir acı duymuyordum, ancak başımı iyi korumam gerektiğinin farkındaydım. Her an   takatim biraz daha azalıyordu. O anda en büyük yükü ve direnci direğe tutunduğum ellerim taşıyordu. Ancak bir  yandan direğin ıslak ve kaygan oluşu, öte yandan ellerime oranla kalın olan direği yeteri kadar kavrayamadığım için, beni orada tutan tek dayanaktan da yoksun kalmak üzereydim. Elim direkten boşandığı anda, sel suları önünde sürüklenip gitmem işten bile değildi. İşte o anda arkadaşlarım, benim can arkadaşlarım, ikisi birden bana doğru koştular. İbrahim köprünün üzerinden gelerek, ata biner gibi köprüye oturduktan sonra, direkten boşanmak üzere olan elimden yakalayarak, beni kıyıya doğru çekmeye, hatta  sürüklemeye başladı. Bu arada  İsmail de hiç düşünmeden, kendi canını  tehlikeye atarcasına   suya dalmış, göğsüne kadar çıkan suyu yararak ve yürüyerek bana doğru geliyordu. Arada az bir mesafe kalmıştı. İsmail’e, “orada kal, gelme” diye bağırdım. İbrahim  elimden tutarak bana yardım ettiği için, sırtımı direğe dayayabilmiş ve biraz rahatlamıştım. O ara Filozof,  İsmail’e seslendi, “elindeki değneği  uzat, çabuk ol, hadi durma.” Sol elimle İsmail’in uzattığı değneğe yapışmış, öteki elim de İbrahim’in elinde olduğu halde, dirseğimle köprüden destek alarak kıyıya çıktım.
-                                        Üçümüz de çok korkmuştuk. Uzun süre buz gibi soğuk sular içerisinde kaldığımız için hepimiz çok üşüyorduk. Benim durumum öteki arkadaşlarıma göre daha beterdi. Ayrıca dakikalarca  verdiğim mücadeleden dolayı iyice yorgun düşmüştüm. Titrediğimi, çenelerimin birbirine vurduğunu gören İbrahim, bir taraftan elbiselerimin kol ve paçalarını sıkarak suyunu akıtmaya çalışırken, bir yandan da “ Allah’a şükür kimseye bir şey olmadı, hadi bir an evvel ve hızlı  yürüyerek evlerimize yetişelim, yoksa donacağız, çabuk olalım, akşamüzeri hava daha da soğur,” dedi. Her zaman olduğu gibi, yine İbrahim önde, ben en arkada olmak üzere, boz topraklı, kaygan ve çamurlu yolda köye doğru yürümeye başladık. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Ben sağ elimi koynuma sokarak, anam için topladığım çiçek buketimi elime aldım. Hayret. çiçeklerime fazla bir şey olmamıştı. Saplarından topuk otu ile bağladığım demet, biraz yassılaşmış ve örselenmişti ama, çiçekler hala canlıydı. Bu güzel demetimin sap kısmından tutup,  çiçekli kısmı aşağıya gelecek şekilde silkeleyerek, üzerindeki sel sularının kalıntılarını da  gidermeye çalıştım ve onu artık elimden hiç bırakmadım. En arkada yürüdüğüm için arkadaşlarım beni görmüyorlardı ve ben çiçek demetimi onca mücadeleye rağmen kaybetmediğime seviniyordum.    
-                                         
-                                                                                                       ***
-                                        Hayvanlarımız eve gelip de biz gelmeyince, hepimizin aileleri çok telaşlanmışlar. Bir taraftan bizi aramaya çıkacak ekip  atlarını hazırlarken,  diğerleri de ne olabilir, başımıza ne gelebilir sorularına ve ihtimallere cevap bulmaya çalışıyorlarmış. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes başka bir şey söylüyormuş. Genel kanaat bizim delice kendimizi tehlikeye atmayacağımız, gelecek yardımı bekleyeceğimiz doğrultusundaymış ama yine de herkesin içinde sakladıkları, ya aksi olmuşsa ihtimali hiç akıllardan çıkmıyormuş. Analarımız sürekli ağlıyor, aile büyüklerinin istişareleri kapalı bir odada devam ediyormuş. Sonunda bu toplantıdan çıkan kararı babam açıklamış. “ Her aileden ikişer kişi atlarına binerek bizi aramaya çıkacaklar, evlerde kalanlar da kurtuluşumuz için dua edeceklermiş.”
-                                        Onlar bu endişeli durumda ve bizi kurtarmak için yola çıkacak olanlar atlarını hazırlarken,   tepeden tırnağa ıslak, yorgun argın, dizlerimize kadar çamur içerisinde olduğumuz halde bizi karşılarında görünce, herkesi bir sevinç kapladı. Bizi ilk gören İbrahim’in ablası Ümmi Gülsüm Abla olmuştu.
-                                        “ Aha geldiler, bakın bakın üçü de sağ salim geliyorlar, şükürler olsun!”
-                                        Bu haberle ortalık bayram yerine dönmüş, biraz önceki endişeli bekleyişten şimdi eser kalmamıştı. Sevgili anacığım koşarak, iki katlı olan evimizin merdivenlerinde beni kucakladı. Hiç konuşmuyordu. Kahredici bir üzüntünün arkasından gelen bu sevinç karşısında ne diyeceğini bilemiyordu belki de. Üzerine giydiği eski mantosunun eteği ile beni sarmalamış, bir eliyle benim sol elimi tutmuş, öteki eliyle de omzumdan kavramış vaziyette ve birbirimize yapışmış gibi birlikte yürüyerek içeri girdik
-                                        Ben, özenle topladığım, solmasın diye pınara ısladığım, sel suları ile mücadele ederken koynumda sakladığım çiçek demetimi hala sağ elimle sıkı sıkıya tutuyordum. Anam beni mantosunun eteğine sardığı zaman ise, çiçek tutan elimi göğüs hizasına kaldırmış, çiçekleri adeta kalbimin üzerine bastırmıştım. Sonunda gaz lambası ile aydınlanan,  geniş  ocağında  kalın  meşe odunlarının gürül gürül yanarak ısıttığı, hem kiler hem de mutfak olarak kullandığımız büyük odaya girdik.
-                                        Bir an önce üzerimdeki ıslak çamaşırlarımı değiştirerek, beni rahata kavuşturmaktan başka bir şey düşünmeyen sevgili anacığım, hala elimdeki çiçeklerin farkında değildi. Nihayet beni karşısına alıp, ıslandığı için  olması gerekenin iki misli ağırlığa ulaşmış bulunan, siyah kadife ceketimi çıkarmama yardım ederken, elimdeki çiçek demetini fark etti. Gözlerini gözlerime dikti, sanki o bakışlarla aklımdan, fikrimden geçenleri anlıyor, damarlarıma, hücrelerime varana kadar bütün duygularımı okuyordu. Sağ elimde kutsal bir emanetmiş gibi tuttuğum çiçek demetini ona uzatırken,
-                                        “Bunu senin için toplamıştım anacığım, ama biraz örselendi” dedim.
-                                         Sevgili, güzel, melek huylu, canım anacığım çiçekleri elimden aldıktan sonra beni kendine doğru çekerek ömrüm boyunca hiç unutmadığım, unutamayacağım bir sevgiyle bağrına bastı. Artık hiçbir üşüme hissi duymuyor, o mübarek ana sıcaklığını ta içimde, bütün benliğimde hissediyordum. Büyük bir üzüntüyle başlayıp, arkasından gelen sevinçle taşan gözlerindeki yaşlar biraz kurumuşken, tekrar boşadı. Böylece ne kadar kaldık bilemiyorum, sonunda beni omuzlarımdan tutup hafifçe kendisinden uzaklaştırdı ve iki elini yanaklarıma bastırarak, titrek bir sesle
-                                        “Bu çiçekleri ömrümün sonuna kadar saklayacağım, hatta mezarıma koymalarını vasiyet edeceğim, teşekkür ederim yavrum, teşekkür ederim.” Dedi ve dudaklarında tatlı bir tebessümle öylece uzun süre yüzüme batıı kaldı. Şimdi merak ediyorum, acaba o, hiç konuşmadan, sessizce yüzüme baktığı anda ne düşünüyordu? O düşüncelerdeki derinliği, güzelliği ve duyguyu yansıtabilecek bir şair, edebiyatçı, yazar , ressam acaba var mıdır veya gelmiş midir bu cihana? Hiç sanmıyorum…
-                                                                               ***
-                                        Aslında göz yaşlarını üç kısımda toplamak mümkündür. Üzüntü ve acıdan dolayı akan göz yaşları: Bu ağlama şeklindedir bütün bedeni hüzün kaplar, hareketler donuklaşır, kol kanat kırılmış gibidir. Yüz ifadeleri asık, yüzdeki çizgiler derin, aşağıya doğru uzanan ve keder ifade eden çizgilerdir. Ses tonu acı doludur. Eller dizlere, göğüse vurulur, bazen de dirsek dize dayanarak ellerden biri alına götürülür, kişi ne yaptığının farkında değildir.  Allah böyle bir ağlama sebebini kimseye yaşatmasın.
                  İkinci tür ağlama: Sevinç ve mutluluktan dolayı yaşanan bir ağlama şeklidir ki, bu durumda ağlarken bile yüzler ve gözler güler, ses ve vücut hareketleri canlı, yerinde duramaz bir görünüm arzeder.  Ellerliye göğsünü, göbeğini, başını tutar, bazen parmağı ile karşısındakini gösterip bir takım işaretler de  yapar. Yüz hatları canlı ve  neşe doludur.
                 Üçüncü tür ağlama: Duygulanmaktan dolayı yaşanan bir ağlama şeklidir ki; bu durumda gözler yaşla dolar, ama genellikle yaşlar göz çukurunda kalır, bazen de sessizce yanaklara doğru akar. Yüzde hafif bir tebessümle birlikte minnet ve teşekkür ifadeleri okunur. Yüz hatları ötekilerden daha anlamlı, ses tonu daha derinden, boğuk  ve içtendir. Kişi yutkunarak ağlamasını ve içinin kabarmasını  bastırmaya çalışır.
             İşte sevgili anacığım bir günde bu ağlama şekillerinin üçünü de tatmış ve yaşamıştı.

                                                                  ***
             Aradan yıllar geçti, hala o çocukluk arkadaşlarımla her fırsatta görüşür, konuşur, telefonlaşırız. Yarım asırdan fazla bir zamandır “Allah’a şükürler olsun” aramızda en ufak bir kırgınlık, dargınlık, küskünlük olmadı. Mümkün olduğunca sık bir araya gelmeye özen gösteririz. Her görüşmemiz bizim için geçmişi yadetme ve birer sevinç vesilesidir.
             Rahmetli anama gelince; kaybedeli uzun zaman olmasına rağmen, hala ona sunduğum bir demet kır çiçeği karşısında duyduğu mutluluğu ve beni bağrına bastığı andaki ana sıcaklığını unutamadım.
             Siz siz olun, ana-babalarınız, yakınlarınız, arkadaş ve dostlarınıza her fırsatta sevgilerinizi, saygılarınızı ifade etmeyi, hediyeleşmeyi sakın unutmayın- ertelemeyin - ihmal etmeyin.

-           
.                                                                  

                                                                 



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder