28 Nisan 2015 Salı

                                       ÇANAKKALE DESTANI

            Yakın tarihimizde milletimizin yazdığı Çanakkale Destanı, bu güne kadar eşine rastlanamayan, gelecekte de rastlanamayacak olan harikulade, akıl ve hafızalara durgunluk verecek boyutta bir olaydır. Bu savaş belki de dünyada ilk defa karada, denizde, havada aynı anda yapılan bir savaştır.
            “1911-12 de balkan bozgunu ile yenilen Osmanlı Ordu'sunun kırılan onurunu tamir etme şahlanışıdır Çanakkale. Nitekim cephede ağır yaralanan, yarasından oluk gibi kan akan subayın yarasını sarmaya çalışan askeri doktora, “ Ko aksın kanım, balkan hezimetinin rezilliğini ancak bu temizler.” diyerek itiraz etmesi, yarasını bile sardırmaması, Çanakkale Zaferinde Balkan bozgununun tesirini açıkça göstermektedir. Çünkü Balkan Savaşında yenilen ordu ile, Çanakkale’de destanlar yazan ordu aynı değildir.
            Allah korusun, Çanakkale geçilip, İstanbul a girilseydi, İstiklal Savaşımız bile olmazdı; zaten “mandacılar” güçlü devletlerin mandasını kabul etmekten bahsedip duruyorlardı  onun için Çanakkale Savaşı deyince milletimizin her ferdinin göğsü kabarır.
            Çanakkale Zaferimiz üzerine çok araştırmalar yapılmış, yazılar, makaleler, kitaplar yazılmıştır. Bunlara baktığımızda şu hususları görmek mümkündür: Çanakkale Savaşının yankıları bütün dünyayı etkilemiştir. Savaş iki yıl uzayınca İngiliz ve Fransız kamuoyunda savaşa karşı büyük bir tepki oluşmuş, milyonlarla ifade edilebilecek savaş bütçeleri bu devletlerin ekonomilerinin bozulmasına ve daha birçok büyük kayıplara uğramalarına sebep olmuş, bunun sonucu olarak bu devletlerin halklarında büyük huzursuzluklar başlamıştır. Ayrıca Çanakkale’ye dünyadaki bütün Müslüman ülkeler ve halklar yardım etmişler, güç vermişlerdir. Çanakkale Zaferimiz hala milletimize bir moral, kimlik ve heyecan vermektedir.
            Savaşlar uzadıkça ödenen faturalar, verilen can kayıpları, “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” inancı ve anlayışına sahip olmayan ve değer ölçüleri sadece madde olan toplumlarda büyük  panik ve moral çöküntüsüne sebep olmuştur. Bu sebepten dolayı Çanakkale Ruhu, milletimizin ve onun ayrılmaz bir parçası olan Ordumuzun en kıymetli hazinesi ve gurur kaynağıdır. Her fırsatta bu ruh ve manevi yön geliştirilip güçlendirilmelidir.
            Gazeteci Yazar Vehbi Vakkasoğlu: “Maalesef günümüzde Çanakkale Savaşlarındaki ruhu ve manevi gücü hafife alanlar var. Peki, Çanakkale Zaferi manevi güçle kazanılmadıysa söyler misiniz, dünyanın en güçlü devletlerinin her türlü imkân ve güçleri ile saldırmalarına ne ile karşı koyduk? Dünyanın en güçlü devletlerinin, İngiltere'nin, Fransa'nın en güçlü donanmalarına karşı hangi imkânlarla, hangi güçle, hangi donanmayla karşı koyduk? Ortada bir zafer var, düşmanın bile itirafı var, bu zaferi kazanan askerin durumu ortada, şayet Çanakkale Zaferinin kazanılmasında manevi bir yön yoksa bu zaferi nasıl izah edeceğiz?” diyor ve devam ediyor. “O savaş ortamında  metre kareye 6000 merminin düştüğü bir savaş ortamında, (insanoğlu insan olan) Mehmetçik nasıl hâlâ insan olarak kalabilmektedir?”
            Bunu bakın bir İngiliz bakanı nasıl anlatıyor: “Biz âlicenap İngilizler bile başımız döner, kendimizi kaybedip vahşileşir, savaş hukuku diye bir şey tanımazken bu Osmanlı nasıl hâlâ bu ateşin ortasında insan olarak kalabiliyor? Esirlerimize nasıl misafir muamelesi yapabiliyor?” diyerek hayretini ve şaşkınlığını dile getirmektedir. Onun için diyorum ki, düşmanı bile hayretten hayrete düşüren bu manevi özelliklerimizi kaybetmemeliyiz. Çanakkale’de bütün imkânsızlıkların yanında yiyecek sıkıntısı da çekilmekteydi. Buğday, mısır, darı, süpürge tohumundan yapılan ekmekler yenirdi. Esir düşen düşman subaylarına Mehmetçik taze ekmeğini verirken kendisi taş gibi bayat ekmeği yiyordu. Bu durumu anlayamadığı veya zehirlenmekten korktuğu için kendisine verilen ekmeği yemeyen düşman subaylarını ikna etmek için Mehmetçik, önce onların ellerindeki ekmekten bir paça bölüp yiyerek onların da yemelerini sağlıyorlardı. Şimdi düşünelim, bu özelliğimizi hâlâ koruyor muyuz?
            Eski bir Genel Kurmay Başkanımız “ Çanakkale’de Şehitliği gezerken, şehitlerin konuşmalarını duyuyor gibi oluyorum” demişti. Kalp gözü açık olanlara bu mümkün ama biz neyiz hiç düşündük mü?
            Şayet Çanakkale’de manevi yön yoksa, bu gün hepimizin bildiği ve daha önce de bir yazımda bahsettiğim ilgili komutanın rüyasını, bu rüyada Peygamber Efendimiz (sav) in işareti ile döşediği 26 Mayını ve bu 26 Mayının yaptığı tesiri ve bunun sonuçlarını nasıl izah edeceğiz? Sonuçta hepsi 26 Mayın ama düşmana “Çanakkale geçilmez” dedirterek kaçıracak kadar muhteşem.
            Çanakkale’de bir asker bacağından yaralanıyor, yarası bacağını kaybedecek kadar ciddidir. Cephedeki imkânlarla fazla bir şey yapamayan sağlık görevlileri yaralı askerin arkadaşlarına, “şöyle bir gölge yere, bir ağaç altına taşıyın da hiç olmazsa son anını rahat geçirsin” diyorlar. Arkadaşları yaralı kahramanı teselli edecekler ama ne desinler?  Bir iki girişimden sonra şöyle diyorlar. “Şey Mehmet! Sen şehit oluyorsun, sana ne mutlu, şehitlerin duaları geçerlidir, dua ette biz de aynı mertebeyi kazanalım.” Yaralı askere arkadaşları taze bir ekmek getirirler, ye diye ısrar ederler, hatta bir parça bölüp ağzına verirler. Yaralı kahraman ekmeği yemez ve der ki “Ben ölüyorum, bu ekmeği yesem de bana bir faydası olmaz, israf olur. Siz bunu sağ olan birine verin de ona güç kuvvet olsun.” Evet işte bize lazım olan ruh budur. Ne dersiniz var mıdır şimdi bizde bu ruh?
            Eğitim ve öğretim kurumlarımız vasıtası ile neslimize Çanakkale ruhunu aşılamaktan başka çözüm yolumuz yoktur. Cenabı Hak’tan, Milletimizi bu kutlu hedefe ulaştırmasını diliyorum.
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.
           
           




24 Nisan 2015 Cuma

                         Bu haftaki gazete köşe yazım
                                          
                                         PEMBE KOL

1980 Darbesinin yapıldığı günlerinde Gemlik İmam Hatip Lisesi Müdürlüğünü vekâleten yürütmekteydim. Asaletimin onaylanması için gereken yapılmıştı ama tabi bu ortamda İslam’ı referans edinmiş kişiler için bu mümkün olamazdı. Bir bayram günü kurbanımı okul bahçesinde kestim, derisini de orada, okula bırakarak evime gitmiştim. İkindi Namazı için Çarşı Camiine geldiğimde Hasan Hocanın tutuklandığını öğrendim. Elleri bir suçlu gibi kelepçelenerek götürülmüş.
 Hasan Hoca Çarşı Camiinde uzun zaman görev yapan değerli bir İmam Hatibimizdi aynı zamanda da kuvvetli bir HÂFIZ.

Hâfız canlı- yürüyen Kuran demektir. Bana dünyanın bütün üniversitelerinin diplomasını mı istersin, Hâfız olmak mı deseler ben Hâfızlığı tercih ederim.

 Bayram Tatili bitince randevu alarak Kaymakamlık makamına gittim. Kaymakamın yanında Orhan Paşa da vardı. Kaymakam Bey’e okulumun genel durumunu, kaç m2 arsa üzerine kaç kat, kaç sınıf, oda ve müştemilattan oluştuğunu anlattıktan sonra yut binası hakkında da gerekli bilgileri verdim ve dedim ki “ bu büyük külliyenin yapımında devletin bir kuruşu yoktur. Bu binalar vatandaşların yardımları ve kurban derileri paraları ile yapıldı. O nâhoş kokulu kurban derilerini sırtında taşıyarak bu okulu  Hasan Hoca yaptırdı ve siz de onu tutuklattınız, oysa onun taltif edilmesi hatta isminin o okula verilmesi gerekirdi. Buraya onu serbest bıraktırın diye gelmedim ve fakat şunun için geldim ki: Gemlik’in dâhilinde ve köylerinde okulum adına bu bayramda tek bir deri toplanmamış, tek bir deri toplama görevlisi yoktur. Peki okul bahçesinden alınan 45 deri neyin nesidir derseniz, Gemlikli insanlar okulun yapımına başlandığı yıldan yani on bir yıldan beri buraya kurban  derilerini vermektedirler, o deriler işte bu alışkanlığın sonucu olarak vatandaşın kendilerinin getirip bıraktıkları derilerdir dedim ve daha bunun gibi birçok hususu uzun uzun izah ettim.

 Bu durumu Hasan Hoca’ya söyleyerek onu rahatlatmak için ertesi gün de Bursa Emniyet Müdürlüğüne gittim ama hocayla görüşmek ne mümkün. Değil görüşüp, konuşmak uzaktan göremiyorsunuz bile. Söyleyeceklerinizi ancak bir kağıda yazarak iletişim kurabiliyorsunuz.(Polisler demek istemiyorum çünkü onları seviyorum, görevliler diyelim) görevlilerden sorularınıza doğru düzgün cevap almak, bir güler yüz görmek, dakikalarca ayakta bekleseniz dahi “ buyurun şöyle oturun” gibi bir yaklaşım görmek mümkün değildi.

(Haa şunu da söylemeliyim ki! değerli Kaymakamımız F. Ölmez Bey’in benden aldığı bilgiler doğrultusunda güzel bir yazısı sonucu Hasan Hoca o hafta içerisinde serbest bırakılmıştı.)

Birkaç gün önce pasaportumu yeniletmek veya vize ettirmek için yine aynı Bursa Emniyet Müdürlüğüne gittim. Pasaport bölümü epeyce kalabalıktı. Girişte bir bayan polis memuru güler yüzle sizi karşılıyor, hangi evrakları nereden alacağınızı, çektireceğiniz fotoğrafın nasıl olacağını ve başka gerekli bilgileri size veriyor, dışarıdaki işlerinizi bitirip geldiğinizde yine aynı memure sıra numaranızı elinize veriyor ve hatta oturup bekleyeceğiniz yeri bile gösteriyor. İşlerinizi yapan diğer polisler de yine öyle. Dikkat ettim hepsinin konuşmaları ( efradını câmi, ağyarını mani )  yani lüzumsuz bir söz yok, icab ettiği kadar var. Sorunuza cevap aldıktan sonra ikinci bir soru sorma ihtiyacı duymuyorsunuz.

Bir zamanlar karakolları pembeye boyayıp burası artık karakol değil pembe koldur derlerdi. Bir karakolun boya ile değil zihniyetle, zihniyet değişikliği ile pembe olabileceği tabi ki o zaman da biliniyordur ama demek ki ancak sıra gelmiş ve fikri olgunluk ancak oluşmuş.
Bu vesile ile Emniyet mensuplarına sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Haftaya buluşmak umut ve dileği ile.









21 Nisan 2015 Salı

MÜSLÜMANIN DİLİNDEN

Zalimler hışımla yolları kesse,
Kaba güç kudurup mazlumu ezse,
Çapulcu şakiler evleri bassa,
Hak bilinen yoldan dönmez, gideriz.

Uçaklar yükselse, tanklar yürüse,
Vatanımı şehit kanı bürüse,
Ufukta kum gibi zâlim görünse,
Yine direnmeye devam ederiz.

Genç, ihtiyar ölse canlı kalmasa,
Dostlarımız yanımıza gelmese,
İmdat çığlığını duyan olmasa!
Ruhlar ayaklanır savaş ederiz.

Korkaklar saklanır, yiğitler ölür.
Zulüm zelil olur, zalim dövünür.
Doğumlar çift  olur, ölen dirilir.

Kıyamete kadar cihat ederiz.

19 Nisan 2015 Pazar

                                                       NERDESİN  EY ADLİ İLAHİ

Ya Rab!
Nimetini kullarının kahrına yönelttiler.
Sen Rahimsin, hem de Kerim.
Acı bize ne olur ey merhamet menbağı.
Türlü isyan vardı ama, Rahmeyledin Mekke’ye.
Görünmeyen kudretinle filleri mahveyledin.
Çiğnenmiş ekine döndü ordusuyla,
Zelil oldu Ebrehe.

Şimdi tarih tekerrürde,
Başladı  kirli savaş.
İmdat ya Rab!!
Gözetmezsen;
Genç ihtiyar  top yekun bir milletin
Cümlesi mahvolacak, hızlı yavaş.

Ya ilahi!
Varsa da bu ülkelerde
Yanlış yolun yolcusu
Yatmaktadır Kerbelada Resulün sevgilisi.
Cüneydi Bağdat,
Masum bakışlı Hallac
Ve daha nicesi.
İmam-ı Azam ki !...
Asırlardır toplumları etkiliyor nefesi.
Cümlesinin hürmetine ya Samet,
Ne olursun merhamet.

Ağaçlar kalem olup denizlerle yazılsa.
Mükevvenat nokta  nokta köşe bucak gezilse.
İlmin sonsuz, gücün bitmez.
Bir emrinle yok edersin.
                                                     Zalimlerin yanına binlercesi dizilse.

Biz suçluyuz sen Gafursun eyle nusret.
Birlik olup çanak tutan,
Tetik çekip ölüm saçan,
Hainlere verme fırsat.

Ya ilahi!
Gök yarılıp zulmet yağsın,
Yerden ölüm fışkırsın.
Yıldırımın biri gelip, biri gitsin
Durmaksızın peşi peşine.
Kaçacak yer bulamasın,
En şiddetli kahrın insin,
Müslümana savaş açan
Zâlimlerin başına.


Aşkınla yanan gönüller kor olmuş kavruluyor.
Has kulların seher vakti el açıp yalvarıyor.
Ya İlahi!
Maksat üstü söz çıkmışsa  istemeden dilimden.
Aciz kulum,
Senin için buğzetmekten
Başka bir şey, gelmiyor ki elimden.

İslam garip,
Düşman kavi.
Bu gidişle sonumuz ne?
Bildir nihayetini.
Yıllar yılı gözlüyorum ne olur Rabbim
Gönder şehadetini.

Ağustosta mor dağlara karlar yağar,
Hava soğuk.
Dost illerden rüzgar eser,
Bağdat yanar.
Feryat figan birbirine karışır,
Sesler boğuk.
Baba şehit, ana mecruh.
Ağlayarak iki çocuk siperlerde buluşur.
Bağdat yanar, alev sönmez,
Her an daha tutuşur.
Bu zulüme can dayanmaz.
İnsan üstü gayretinle dayan Cahit.
Umudum var elbet bir gün
Adl-İ ilahi yetişir.

                                  10 Şubat 2003