29 Ağustos 2013 Perşembe

                       ZULÜMLE ABAD OLUNMAZ

                   Nerde bir mazlum görsem, yürekten irkilirim.
                   Çünkü onların çektiği derdi ben bilirim.
                   “Mazlumun davacısı Allah’tır” diyorlar, bak.
                   Dünya zalimleri! Bunu size bildiririm.
            Evet mazlumun davacısı Allah’tır. Başka bir deyişle; mazlumun duası ile Allah arasında perde yoktur.
            Mazlum: Ezilen, malı, mülkü, vatanı, hürriyeti zorla ve haksız olarak elinden alınan- Zalim ise bu zulümleri  yapan demektir. İnsanlar niçin zulmederler? İnsafsız, vicdansız, hak ölçüsünden yoksun olduklar ve tabi güçlü oldukları için. Güç zalimlerin ellerinde hep ezme sindirme, yok etme, sömürme aracı olarak kullanılmıştır. Allah ta daha güçlü, sonsuz güç ve kudret sahibi, aynı zamanda Âdil olduğu için mazlumun yanında yer almış, onu korumuş, ona yardım etmiştir. Bunun bir örneğini Ebrehe  olayında, yani fil vakasında görüyoruz.
             Uğur saydığı  için, ordusunun önünde giden  büyük bir fille Ebrehe,  Yemenden kalkarak, çok  güçlü  bir ordu ile Mekke’ye gelmiş, Kâbe’yi yıkmak istemişti. Mekke halkının önderi ve Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalip, Ebrehe’nin askerleri tarafından gasbedilen develerini almak için karargaha geldiğinde Ebrehe onun, Kâbeyi yıkmaması, kendilerine dokunulmaması için ricacı olarak geldiğini zannetti ve Kâbe’yi mutlaka yıkacağını, şayet ricacı olarak geldi ise boş yere konuşmamasını söyleyince Abdülmuttalip,  Kâbe Allah’ın evidir, o onu korur. Adamların benim develerimi toplayıp buraya,  karargahının getirmişler, ben onları istiyorum, Ebrehe, Kabe yi yıkmama hiçbir güç mani olamaz, onu yıkacağım diye ısrar edince de Abdülmuttalip tekrar; ben develerin sahibiyim ve onları istiyorum, yıkmak istediğiniz  Kabe’ye gelince, “İşte o işte siz” diyerek bir bakıma Kabe’nin Rabbı ile Ebrehe yi karşı karşıya bırakmıştı. Şehre geldiğinde  Mekkelilere dağlara çekilmelerini, şehri boşaltmalarını tavsiye ettikten sonra, kendisi de Kabeyi son bir defa tavaf ederek  şöyle dua etmişti. “Allah’ım! Bilirsin ki kul gücünün yettiği kadar tehlikelere ve hücumlara engel olabilir… Sen bu beyti ve çevresindekileri  koru! Senin gücün onların kuvvet ve hileleri karşısında mağlup olmayacaktır!” Ebrehe Kâbe üzerine yürümeye hazırlanıyor, ancak fil Mekke’ye doğru bir adım atmıyor, başka taraflara, Mekke dışındaki yönlere çevrildiğinde koşarcasına giden fil, Mekke’ye döndürüldüğünde, yürümediği gibi yerlere yatıyordu.
Bu arada Allah Teala,  Ebrehe ordusuna doğru deniz tarafından kırlangıca benzeyen kuşlar yolluyor. Bu kuşlar bir çeşit savaş uçaklarını andıran manevralarla saldırıya geçiyorlar ve ağızlarında taşıdıkları taşları Ebrehe’nin ordusunun üzerine boşaltıyorlardı. Her kuş üç taş taşıyor, her taş bir askere isabet ediyor ve ölümüne sebep oluyordu. Kuşların bombardımanı karşısında Ebrehe’nin orduları müthiş bir bozguna uğruyor, kaçacak, sığınacak yer arıyorlardı.
Kuşların attığı taşlar  Ebrehe’ye de isabet ediyor, etleri lime lime dökülerek, vücudundan kan ve diğer pislikler akarak can veriyor.
            Bu durum  Kuran-ı Kerim’in Fil Suresi ile sabittir.
 Bismillahirrahmanırrahim:1-Rabbin fil sahiplerine neler etti görmedin mi? 2-Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? 3-Onların üstüne ebabil kuşlarını gönderdi. 4-O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. 5-Böylece Allah onları yenip çiğnenmiş ekine çevirdi.
            Şimdi biz bu olaya ilahi yardım demeyip de ne diyeceğiz?

            Geçmişte Irak’ta olduğu gibi şimdi de Suriye’de, Mısır’da zalimler kadın, çocuk, yaşlı demeden sadece samimi Müslüman oldukları, kimsenin kimseye zulmetmediği âdil bir düzende yaşamak istedikleri için yerli Ebreheler ve çağdaş Firovunlar tarafından zulme ve katliama uğramaktadırlar. Allah’ım sen Âdilsin, adaletin kaynağı sensin, ne olursun kâfirlerin müdahalesine lüzum kalmadan, ezilen Müslümanlara yardımını gönder. Sözün bittiği yerdeyiz Rabbim! Zalimler zehirli gazlarla, karşı konulmaz silahlarla öldürmeye deva ediyorlar. O küçücük çocukların, bebeklerin ne suçları olabilir? Yarın Cennette huzuruna geldiklerinde, ana ve abalarımız, hısım-akrabalarımıza ne oldu diye belki sana sorarlar……………ne olursu Rabbim artık göster adâletini.

“Son cümlemde sürçü lisanım varsa cehaletime ver affet Allah’ım.”







25 Ağustos 2013 Pazar

Kula kul olmaz asla, HAKKA kul olan,
"İyyakenabüdü ve iyyakenestain" diyor durmadan,
Sûre-i Fatihan.

22 Ağustos 2013 Perşembe


                                                                        BESMELE

Ya Rahman!
Rahmetini kullarının mahvına yönelttiler.
Ya Rahim!
Merhamet et ne olur, zalimler azıttılar.
Şerlerinin defi için Ya Kerim,
Söyleriz her işimizde ,
Bismillâhirrahmanirrahîm.



                                          

14 Ağustos 2013 Çarşamba

    Not: Kesintisiz eğitim saçmalığı ve tesettür (örtünme) yasağının amansızca
     uygulandığı günlerde yazılmıştır...  
    

                          EL-FETTAH
              (Kapılar açıcı)
             
Seher vakti hıçkırıkları yükseliyor insanların.
Rahmetine açılan ellere gözyaşları dökülüyor,
Bir ana şefkatiyle örtüsüne sarılan kadınların.
Hiç bıkmadan,
Zincir olup diziliyor ilme talip kulların,
Gecelerdir, günlerdir.
Bir umut ışığı arıyor kararan ufuklarda,
Haftalardır, aylardır.
Nerde kaldı kurtuluşun YA FETTAH ?
Bekliyoruz yıllardır.

Kesintisiz çıkalı mescitler garip kaldı,
Camiler öksüz.
Ellerinde kitaplarıyla
Okulları terk ettirilen öğrenciler içîn için ağlıyor,
Derinden ve sessiz.
İmdat Ya Rab!
Nâ hak yere bu dünyada çok eziyetler çekmişiz.

Kitabın okunamaz oldu,
İnsanlar mükedder,
Kalemler suskun,
Yüzler münkesir.
Beni Kureyza’da
Resûl’ün uğruna savaştığı tesettür esir.
Gün birlik günüdür amma EY FETTAH!
İmamesi koparılmış tesbihler gibi dağılmışız.
Topla bizi hak çizgide YA CÂMİ
Her birimiz bir köşede cüda kalmışız.
----------------------------------------
MÜKEDDER: Kederli, sıkıntılı.
MÜNKESİR  : Kırgın, gücenmiş.
CÂMİ……… : Cem edici, toplayıcı.
CÜDA KALMAK: Ayrı  kalmak. Ayrı düşmek.






10 Ağustos 2013 Cumartesi

                                      “SAATİM DURMUŞ BEN UYUMUŞUM”

Baktım ki her zaman tiktakları hiç eksik olmayan, beni randevularım için uyaran, işime geç bırakmayan saatim durmuş.
“Biraz önce normaldi, ne oldu buna” dedim.
Saatin canı onu çalıştıran pilidir. Eskiden saatlerde pil yoktu, onun yerine zembereği kuran bir kol vardı, kol dedimse öyle kocaman bir şey sanmayın canım. Şöyle elle tutulup sağa doğru durana kadar çevrilen, raptiye başı gibi küçük bir şey. Duvara asılan, saat başlarında ve yarımlarda “din dan din dan” diye çalınca sesi ta komşudan duyulan duvar saatlerinin kurulması, kelebek gibi zarif bir anahtarla yapılır, ama onların sesleri de pek rahatsız edicidir. Daha sonraları kol sallandıkça kendiliğinden kurulan kol saatleri çıktı. Evet ilk zamanlarda revaçta olan saatlerde ortadan kalkmış, insanın kolu, kurma kolu haline getirilmişti ama geceler ne olacaktı? O geceler ki insanlar onda küçük ölümü yaşarlar. Uyku hadisesi ölümden sonraki hayatı anlatmanın en kestirme yoludur; çünkü ikisi arasında büyük benzerlikler vardır. Birinde insan yatağından uyanarak kalkar, öbüründe mezarından. Ne var ki bu kalkışların sonuçları farklıdır, dünyalar değişiktir çünkü. Birinde insan hiçbir şey olmamış gibi her zamanki hayatına devam ederken, öbüründe yeni bir hayat başlamıştır. Bu hayatta mizan kurulacak, hesaplar görülecek, dünyada yaptığımız ve yapmadığımız her fiil ve hareketimizden hesaba çekileceğiz, her şey hiç eksiksiz karşımıza çıkacak. Zalimin yanında mı yer aldın, yoksa mazlumdan yana mı? Gazze bombalanırken, Bağdat yakılıp yıkılırken, Afganistan kan ağlarken, Çeçen Mücahitleri 400 yıldan beri  bağımsızlık mücadelesi verirken ve şu anda Suriye’de, Mısır’da hak-batıl mücadelesi devam ederken sen ne yaptınsa işte bunların hepsi öteki dünyada karşımıza çıkacak.
Evet kol sallandıkça kurulan, fakat geceleri problem olabilecek saatlerden sonra pille çalışan saatler çıktı. Günümüzde bu saatler daha çok kullanılıyor. Yani saatin canı küçücük pillerdir artık, o bitti mi saat çalışmaz, hareketsiz, cansız beden gibi öylece kalır. Artık o bir metal parçasıdır, bir işe yaramaz.
Saatimin pilini ne zaman taktırdığımı hatırlamıyorum, galiba birkaç yıl oldu. O günden beri hiç durmadan görev yapan saatim şimdi sessiz, mahzun, boynu bükük öylece duruyor. Onu elime aldım, evirdim çevirdim, salladım, bir doktorun hastasının kalbini dinlemesi gibi kulağıma götürüp sesini dinledim. Günümüzde saatler bir harika, sesi az çıktığı için belki işitemem diye saniyesine baktım, yok işi bitmiş. İşte o zaman o kaçınılmaz olan malum sonu tekrar hatırladım ve benliğimi bir hüzün kapladı. Her şeyin bir ömrü yani sonu olduğuna göre, harikülade yaratılmış, en şerefli bir varlık olan insana hayatiyet veren kalbin de bir ömrü vardır. O da bir gün şu elimdeki saat gibi aniden duracak. Göz görmez, kulak duymaz olacak, beden hareketsiz kalacak ve dil lal olacak. Evet bu bir gerçek. Peki o zaman benim halim ne olacak?
Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda babamın kapaklı, gümüş kaplı bir saati vardı, onu kullanırdım. Rakamları Arapçaydı ama ben o yaşta o rakamları da okumasını bilirdim. Pantolonumun kemer hizasının altında, sağ tarafta bozuk para cebi olarak yapılan küçük cebe koyduğum gümüş kaplamalı saatimi kurumla çıkarır, köstek takma yerindeki küçük düğmeye baş  parmağımın tırnağının üst kısmı ile basarak kapağını açar, saatin kaç olduğunu öğrendikten sonra arkadaşlarımla buluşma yeri olan şehrin kuzeyinde, bizim köy tarafındaki küçük tepeye doğru hızla yürürdüm.   
Eskiden gurbet anlayışı daha farklı, gurbet daha yakıcıydı. Şairler gurbet üzerine şiirler yazar, ozanlar sazları ile gönüller yakan maniler, türküler söylerlerdi. Köyümüzle aramızda en fazla otuz km mesafe vardı ama yine de kendimizi çok uzaklarda,  gurbette gibi hisseder, köyümüzün olduğu tarafa özlemle bakmaktan garip bir haz duyardık. Sevgili köyümüzün bulunduğu yöndeki dağlar, ormanlar, tepeler, hatta bulutlar bile bize güzel görünürdü. Belki de o gümüş cep saatimi, beni sılaya bağlayan randevu yerine zamanında yetiştirdiği için çok severdim.
Aradan yıllar geçti, şimdi siyah ekranlı kol saatimin durduğunu görünce  yine bir tuhaf oldum.Ya aynen saatimin sesine benzeyen kalbimin sesi de duyulmaz olursa? Bütün ömrüm gözlerimin önünden geçti, aman Allah’ım ne kadar da “şimdi olsa aynı şeyi yapmazdım” diyebileceğim yanlışlıklarım olmuş… vaah, vah ki vah…
Rabbim! En şerefli mahluk olarak yarattığın kullardan bir aciz kulunum. Bedenimden bu can çıkmadan sana yalvarıyor ve senden istiyorum. Lutfunla hayata gözlerimi açtığım günden bu güne kadar gözümle, kulağımla, dilimle ve bütün azalarımla işlediğim her türlü günahlarıma tövbe ettim, bir daha aynı şeyleri yapmamaya azmettim, ne olur geçmişimizi bağışla, gelecekte rızana uygun yaşamayı bize nasip eyle…
Amin…